Yaşamı

Mükemmel Örnek: Tüm İnsanlığa Feda Edilmiş Bir Ömür

Bahai Dini’nin İlahi Mazharı[1] Hz. Bahaullah’ın (1817-1892) en büyük oğlu olan Hz. Abdülbaha, sadece Bahailer için değil, tüm dünya insanları için çok önemli bir Şahsiyet olarak görülebilir.

Hz. Abdülbaha, yaşamı boyunca, yazı ve konuşmalarıyla sayısız kişinin ruhani dönüşümüne ilham kaynağı olmuş, bizzat yürüttüğü ve önayak olduğu çalışmalarla kimsesizler, hastalar, yoksullar, kadınlar ve kız çocukları gibi toplumun hassas kesimlerinin refahına büyük katkılar sağlamış ve gerek yerel gerekse uluslararası düzeydeki yetkililerle sahip olduğu ilişkiler sayesinde onların büyük saygısını kazanmıştır.

İçinde bulunduğu her ortamda, büyük bir tevazu, ağırbaşlılık, nezaket ve sevgiyle; toplumun boğuşmakta olduğu hastalıklardan ve bunların çözüm yollarından, mevcut zihniyete meydan okurcasına bir cesaretle ve açıklıkla bahsetmiştir. Yaşamının son yıllarına tekabül eden Birinci Dünya Savaşının öncesi, sırası ve sonrasında birlik, barış, kardeşlik ve sevgi mesajını yaymaktan asla geri durmamıştır.

Hz. Abdülbaha yalnızca yaşadığı dönemde başarmış olduklarıyla değil, aynı zamanda, dinler tarihi içinde sahip olduğu eşsiz rol nedeniyle de müstesna bir yere sahiptir. O, bir Tanrı Elçisinin, yazılı Vasiyetnamesinde şüphe götürmez bir dille, vefatından sonra yerine geçecek halefi olarak atadığı ilk Kimse'dir. Babası Hz. Bahaullah hayattayken O’na yüce bir sevgi ve sarsılmaz bir sadakat ile bağlı olan Hz. Abdülbaha, Babası'nın vefatından sonra da artık küresel nitelik kazanmaya başlamakta olan Bahai toplumuna başarıyla önderlik etmiştir.

Hz. Abdülbaha gülümseyen portresi

“Bütün dinler tarihinde eşsiz bir işlev yerine getiren böyle bir Kimse'nin üstlenmiş olduğu rolü ve sahip olduğu niteliği, bütün açıklığıyla ve tam manasıyla kavramak gerçekten çok zor”[2] olsa da; bu dikkate şayan Şahsiyeti, bu toprak âleminden ayrılışının yüzüncü yıl dönümü anısına Türk okuyucu ve araştırmacılara daha iyi tanıtmayı amaçlayan bu makale, çocukluğundan itibaren O’nun yaşamının en önemli yönlerini ve ülkemiz topraklarıyla ilişkili bazı tarihi olayları özetlemeye çalışacaktır.

Çocukluk ve Gençlik Yılları

Hz. Abdülbaha’nın hayatının izlediği yol, 1892 yılında, Kendisi 48 yaşındayken Babası Hz. Bahaullah’ın vefat ettiği ana kadar Babası'nın yaşantısıyla sıkı bir paralellik göstermiştir.

Hz. Abdülbaha, Hz. Bahaullah’ın gelişini müjdelemek için gönderilmiş olan Hz. Bab’ın Elçiliğini ilk kez ilan ettiği gecenin sabahında, yani 23 Mayıs 1844 günü İran’ın başkenti Tahran’da dünyaya gelmiştir.

Hz. Abdülbaha’nın doğumundan itibaren, Hz. Bab’ın taşıdığı Mesaj, İran topraklarında büyük bir hareketlilik yaratmış ve çok geçmeden Babası Hz. Bahaullah ile beraber ailesinin büyük bir kısmı Hz. Bab’ın sadık takipçileri arasına katılmışlardır.

Hz. Bab’ın Tanrı Elçiliği görevini ilan edişinden itibaren geçen 6 yılda son derece büyük karışıklıklar meydana gelmiş, binlerce Babi (Hz. Bab’ın inananları), çoğunlukla menfaat düşkünü din adamlarının kışkırtmalarıyla harekete geçen devlet yetkilileri ve halk tarafından katledilmiş ve Yüce Öncüleri olan Tanrı Mazharı Hz. Bab ise bu sürecin sonunda 1850 yılının Temmuz ayında Tebriz’de kurşuna dizilerek idam edilmiştir.

Bundan sadece iki yıl sonra, 1852 yılında, Hz. Abdülbaha daha 8 yaşında bir çocukken, Babiler arasından son derece gaflet içindeki iki kişi tarafından Şah’a düzenlenen suikast girişimi sonrasında, bu olayla hiçbir ilgileri olmamasına rağmen Hz. Bahaullah ve beraberinde birçok başka Babi tutuklanarak Tahran’da en azılı suçluların yerleştirildiği, kötü ünlü Siyah Çal (Kara Çukur) zindanında hapsedilmişlerdir. Bu mahpusiyetin en önemli ve belki de tek tesellisi, zindanın ağır koşulları altındayken Hz. Bahaullah’a ilk Vahyin nazil olmasıdır.

Hayfa Havuzlar

Değerli Babası hapisteyken evleri eşkıyalar tarafından yağmalanmış olan ailesi, yoksulluk ve kaygı içinde O’nun dönüşünü beklemiştir. Dört ay gibi nispeten kısa bir tutukluluğun ardından, suçsuzluğu belli olan Hz. Bahaullah, zindanın koşulları sebebiyle gittikçe kötüleşmekte olan sağlığı da göz önünde bulundurularak serbest bırakılmıştır.

Osmanlı Topraklarına Geliş

Hz. Bahaullah’ın Siyah Çal’dan ayrılışının üzerinden ancak iki hafta gibi kısa bir süre geçmişken yeni bir zulüm dalgası aileyi vurmuş ve onları kuşaklar boyunca anavatanlarından ayıracak olan bir sürgünlük dönemini başlatmıştır.

Aile ile beraber bir grup başka inanan, Nisan 1853’te sürgünlerinin ilk durağı olan Bağdat’a ulaşmıştır. Kısa süre içinde Bağdat’taki devlet yetkilileri İranlı sürgün grubunun iyi niyetli olduklarını fark etmiş ve üzerlerindeki baskı hızla hafiflemiştir.

Ancak Bağdat’a varmalarının ardından yaklaşık bir yıl geçmişken, Hz. Bahaullah, yanlarında olan üvey kardeşi Subh-i Ezel lakaplı Mirza Yahya’nın yarattığı sıkıntılara artık dayanamamış, huzuru sağlamak ve çatışmayı önlemek için evini terk ederek Bağdat’tan bir hayli uzaktaki Süleymaniye Dağları'nda inzivaya çekilmiştir. Babasının bu ayrılışı, O’na derinden bağlı 10-11 yaşlarında bir çocuk olan Hz. Abdülbaha’yı fazlasıyla yaralamış, üzüntüsünü ve ağlayışlarını yatıştırmanın hiçbir şekilde mümkün olmadığı zamanlar olmuştur.

Süleymaniye Dağları

Süleymaniye Dağları

İki seneye yakın süren bu inziva sürecinde kimseye gerçek kimliğinden bahsetmeyen Hz. Bahaullah, gözden ırak mağaralarda derin bir tefekkür hayatı yaşamış, halkın Kendisine bağışladığı kadarıyla karnını doyurmuş, gördüğü ilgiden hoşnut olmadığından, tanınırlığı arttıkça bir köyden öbürüne göçerek hayatını sürdürmüştür.

Çok geçmeden, bu engin bilgiye sahip Yüce Şahsiyet halk arasında efsaneleşmeye başlamış ve sonunda namı Bağdat’a kadar ulaşmıştır. Bu sayede, ailesi bu Kimse'nin Hz. Bahaullah olabileceğine kanaat etmiştir. Bunun üzerine, o dönem Babası'nın yokluğundan duyduğu keder ve yalnızlık sebebiyle “daha küçük bir çocukken Kendini ihtiyarlamış hissettiğini”[3] sonraki yıllarda itiraf eden Oğlu Hz. Abdülbaha dâhil, inananlar topluluğu içinden bazı kimselerin ısrarlı yalvarılarının dördüncü ayında Hz. Bahaullah nihayet ailesinin yanına dönmüştür.

Hz. Bahaullah’ın dağlardaki Büyük Derviş olarak edindiği itibar, Bağdat ve civar illerden birçok kimsenin ilgisini cezbetmiş ve dönüşünden kısa bir süre sonra çevresi sayısız ziyaretçilerle dolup taşmaya başlamıştır. Döndükten sonraki senelerde, halkın Hz. Bahaullah’a duyduğu saygı, sevgi ve benimseme hisleri iyice güçlenmiş, Hz. Abdülbaha ise hiçbir resmi eğitim almamasına rağmen artık bulunduğu her yerde derin bilgi ve ifade gücüyle dikkat çeken genç bir adam haline gelmiştir.

Ancak ailenin Bağdat’ta bu kadar etkili hale gelmeye başlaması başta önyargılı din adamları olmak üzere bazı yetkilileri rahatsız etmeye başlamış ve Hz. Bahaullah’ın dağlardan dönüşünden itibaren yaklaşık 7 yıllık bir sürenin sonunda, Sultan Abdülaziz’den gelen emirle Hz. Bahaullah’ın Osmanlı İmparatorluğu’nun başkentine sürülmesine karar verilmiştir.

Hz. Bahaullah, Bağdat’taki son 12 gününü, Dicle Nehri kıyısındaki Rızvan Bahçesi'nde[4] kurulan bir çadırda, Kendisi ile vedalaşmak isteyenleri Huzuru'na kabul ederek geçirmiştir. Bu on iki günlük zaman esnasında Hz. Bahaullah, ilahi bir Tanrı Mazharı olduğunu yakın çevresindeki birkaç kişiye ilk kez ilan etmiştir. Bundan dolayı da; bu on iki günlük dönem, Bahailer tarafından En Büyük Bayram olan Rızvan Bayramı olarak kutlanmaktadır.

Bağdat ve Dicle Nehrine ait bir görüntü

Bağdat ve Dicle Nehrine ait bir görüntü

İstanbul ve Edirne’deki Yıllar

3 Mayıs 1863’te Hz. Bahaullah, ailesi ve O’ndan ayrılmak istemeyen bir grup inanan, İstanbul’a doğru yola çıkmışlardır. Bağdat’tan yola çıkan kafile sırasıyla Kerkük, Erbil, Musul, Cizre, Nusaybin, Mardin, Diyarbakır, Elazığ, Sivas, Tokat, Amasya ve Samsun’a kara yolu ile kimisi yaya olarak kimisi ise at sırtında ulaşmıştır. Son olarak, Samsun’dan bindirildikleri Osmanlı vapurundan 16 Ağustos 1863’te İstanbul’a inmişlerdir.

İstanbul’daki ikametleri dört aylık bir müddet sonunda noktalanmıştır. İran hükümeti ve İstanbul’daki İran Başkonsolosu'nun iftiraları sebebiyle, yine Sadrazam’ın elinden, bu defa Edirne’ye sürgün fermanları imzalanmıştır. 12 gün süren bu sürgün yolculuğu da kış mevsimine denk gelmiş olup oldukça zorlu geçmiştir.

Edirne’ye vardıkları ilk dönemde Hz. Bahaullah ve beraberindeki sürgünlere sağlıklı yaşamaya uygun koşullar sağlanmamıştır. Bu sorunların çözülmesiyle Hz. Abdülbaha bizzat ilgilenmiş ve böylelikle Kendisi sürgünler topluluğunun yerel yetkililer ve bölgenin önde gelenleriyle ilişkilerini yürütmede daha ön plana çıkan bir Karakter olmaya başlamıştır.

Edirne’de geçen yaklaşık 5 yıllık dönemde, Hz. Bahaullah Elçiliğini artık tüm dünyaya açıklamış, dünyanın en büyük siyasi ve dini liderlerine Kendi Makamı'nı ilan ettiği mektuplar göndermiştir.

Hz. Abdülbaha, Edirne
Hz. Abdülbaha, Edirne

Daha önceleri yarattığı huzursuzluklar sebebiyle Hz. Bahaullah’ı Süleymaniye Dağları'nda inzivaya çekilmeye zorlayan kardeşi Mirza Yahya, bu kez de O’nun azametle ilan etmekte olduğu Kudreti'nden duyduğu hasetle, Kardeşini zehirleyerek öldürmeye çalışmış, ancak Allah'ın bu çağ için insanlık adına irade buyurduğu amacın gerçekleşmesini önlemekte başarılı olamamıştır. Zehirlenme sürecinde Hz. Bahaullah ile ilgilenen doktor, bir noktada Hz. Abdülbaha’ya Babası'nın yaşama ihtimalinin olmadığını söylemek zorunda kalmıştır. Ancak bu doktor, ziyaretleri esnasında Hz. Abdülbaha’ya karşı o kadar büyük bir sevgi beslemiştir ki O’nun, Babası'nın öleceği haberi karşısında duyduğu derin üzüntüden fazlasıyla etkilenerek, O’nu memnun edebilmek için kendi canını feda etmeye gönüllü olmuştur.

Hurşid Paşa[5]

Hz. Abdülbaha Edirne’de bulundukları dönemde zengin, fakir, genç, yaşlı demeden, karşısına çıkan tüm şehir sakinleriyle samimi ilişkiler kurmuştur. Bunların arasında en önemli isimlerden biri şehrin Valisi Hurşid Paşa’dır. İkili arasında yakın bir dostluk meydana gelmiş, Hurşid Paşa Hz. Abdülbaha’nın konuştuğu birçok ortamlarda hazır bulunmaya çalışmış ve sık sık sadece sohbet etmek için O’nu yanına davet etmiştir.

Edirne’de kaldıkları 5 yıla yakın süre içinde Hz. Bahaullah’ın takipçilerinin erişmiş olduğu saygınlık, öldürme girişimi başarısız olan kardeşi Mirza Yahya’yı bir kez daha O'na saldırmaya teşvik etmiştir. Mirza Yahya bu defa bizzat Osmanlı yetkililerine başvurarak Hz. Bahaullah hakkında gerçek dışı iddialarda bulunarak cezalandırılmasını talep etmiştir. Yoğun talepleri, zaten İran hükümeti tarafından da meseleye dair devamlı baskı altında bulunan Osmanlı hükümetini harekete geçirmiş ve İstanbul’dan bir kez daha, bu sefer son olacak sürgün emri gelmiştir. Tarihi kaynaklar, Vali Hurşid Paşa’nın Hz. Abdülbaha ile yakın ilişkileri nedeniyle bu emri şahsen tebliğ etmek zorunda kalmamak için o dönem şehri terk etmiş olduğunu yazmaktadır.

Gelen emir öncekilerden farklı olarak Hz. Bahaullah, ailesi ve takipçileri arasında büyük bir kaygı yaratmıştır. Çünkü bu defa Hz. Bahaullah, ailesi ve takipçilerinin her birini birbirinden tamamen habersiz kalacakları şekilde ayrı yerlere sürülmeleri emredilmekte idi.

Hz. Abdülbaha bu karara şiddetle karşı çıkmış ve en azından ailenin ayrılmasını önlemek için yerel yetkililere çok kez müracaat etmiştir. Hz. Abdülbaha’nın çabaları ile yetkililerin İstanbul’a yazdıkları birden fazla telgraf sonucunda Hz. Bahaullah ve takipçilerinin bir arada sürgün edilmelerine izin verilmiş ancak gönderilecekleri yer onlara yine de bildirilmemiştir.

Nereye sürülmekte olduklarının belirsizliği halen devam ederken Hz. Bahaullah ve takipçileri önce kara yolundan Gelibolu’ya, oradan bir gemiyle İskenderiye’ye, oradan da yine deniz yoluyla o dönemde Osmanlı toprağı olan Hayfa’ya getirilmiştir. Nihayet, küçük teknelerle son durakları olan Akka’ya 1868 yılı Ağustos ayının son gününde ulaşmışlardır.

Akka’ya Sürgün

Akka o dönemde Osmanlı İmparatorluğu'na ait, elverişsiz iklimiyle nam salmış bir hapishane şehriydi. Hz. Bahaullah, Kendisi ve takipçilerinin bu şehirde yaşadıkları sıkıntılar sebebiyle Akka'ya Sicn-i Azam yani En Büyük Hapishane adını vermiştir. Kendisi, ailesi ve inananları önceleri bu şehirde kale içinde mahkumken, sonraları mahpusluk koşulları ev hapsine ve hatta yakın şehirler arasında seyahat serbestliğine kadar ilerlemiştir. Bu gelişmelerde ise, Hz. Abdülbaha’nın muhafızlardan üst düzey vilayet ve belde yöneticilerine kadar, herkesle kurduğu ilişkilerde bıraktığı olumlu izlenimin payı büyüktür.

En Büyük Hapishane, Akka

Babası hayattayken Hz. Abdülbaha’nın görüştüğü Osmanlı yönetici ve aydınları arasındaki en önemli isimlerden biri Midhat Paşa’dır[6]. Midhat Paşa, Osmanlı İmparatorluğu’nun son dönemlerinde sadrazamlık da dâhil, hem yerel hem merkezi yönetimlerde önemli roller üstlenmiş bir kişiliktir. Sadrazamlık dönemindeki yoğun çabaları sonucu ilk Osmanlı anayasası oluşturulmuştur.

Hz. Abdülbaha ile Midhat Paşa’nın yolları, Midhat Paşa sadrazamlık görevinden alınarak, Suriye’ye vali olarak atanmasıyla kesişmiştir. Midhat Paşa, Suriye Valiliği sırasında vilayetteki tüm bölgeleri gezerek civar halk ve önde gelenleriyle görüşmeyi görev edinmiştir.

Bu ziyaretlerinden birinde Akka’ya uğrayan Midhat Paşa’ya şehir yetkilileri tarafından kalabileceği en uygun yer olarak Hz. Abdülbaha’nın Hz. Bahaullah’ın kullanımı için tahsis etmiş olduğu, Nameyn Bahçesi[7] gösterilmiştir. Hz. Abdülbaha da yetkililerden gelen teklifi böylece kabul etmiştir. Fakat bir mahkum olarak Paşa ile doğrudan görüşmesinin uygun düşmeyeceğine kanaat ederek Paşa’yı karşılamada hazır bulunmamıştır. Bahçenin güzelliğinden oldukça etkilenen Midhat Paşa, Hz. Abdülbaha’nın ününe önceden vakıf olduğundan, bahçeyi düzenleyen kişinin O olduğunu tahmin etmiştir. O’nun Türkçe hitabetinin eşi benzeri olmadığını ve irfanının yüceliğini birçok âlimin övgü dolu sözlerinden duyduğunu ifade etmiştir. Sonunda da O’nunla görüşme arzusunu dile getirmiştir. Bunun üzerine Hz. Abdülbaha’nın bahçeye teşrifleriyle ikili ilk defa burada görüşmüş, devamında Midhat Paşa’nın, iade-i ziyaretiyle birkaç günü birlikte geçirmiş ve tüm görüşmelerde Midhat Paşa, Hz. Abdülbaha’yı büyük bir tevazu ile karşılamıştır.

Midhat Paşa, Akka’dan ayrılırken Hz. Abdülbaha’yı da Beyrut’a kendi makamına davet etmiş, ancak Hz. Abdülbaha mazeret bildirerek bunu kabul etmemiştir. Sonraki dönemde Midhat Paşa bir mektupta yazdığı bir beyit ile Hz. Abdülbaha’yı ne kadar çok görmek istediğini belirtmiş, bunun üzerine Hz. Bahaullah, Hz. Abdülbaha’nın Beyrut’a giderek Midhat Paşa’nın davetine icabet etmesini istemiştir. Sonuçta Hz. Abdülbaha Haziran 1880’de Beyrut’a giderek iki haftaya yakın orada kalmıştır. Hz. Abdülbaha’nın bu ziyareti esnasında Hz. Bahaullah'a, “Bâ Diyarı Levhi”ni (Levh-i Arz-ı Bâ) nazil olunmuştur. Bu Levih’te Hz. Abdülbaha’nın Makamı şu sözlerle anılmıştır:

“O’nun ayaklarının bastığı topraklar, yüzünün güzelliğiyle teselli bulan gözler, çağrısını duyabilme şerefiyle şereflenen kulaklar, sevgisinin tatlılığını tadan kalpler, zikriyle kabaran sineler, senasını dile getiren kalem ve O’nun yazılarına tanıklık eden kâğıt tomarı mübarek, iki kat mübarektir!”[8]

Bu görüşme sonrasındaki dönemde Hz. Abdülbaha’nın yoğun çabaları sayesinde, Akka’da geçen 9 zorlu yıldan sonra Hz. Bahaullah’ın mahpusluk koşullarında ciddi iyileşmeler yaşanmıştır. Böylece Hz. Bahaullah ömrünün kalan yıllarını nispeten huzur ve sükûnet içinde şehrin biraz daha dışında geçirme imkânı bulmuştur.

Rızvan Bahçesi (Akka)

Hz. Bahaullah’ın Vefatı ve Kutsal Vasiyetnamesi

Hz. Bahaullah Akka’nın dışındaki kırsalda yaşadığı son yıllarını çoğunlukla Kutsal Yazılar nazil ederek geçirmiştir. Bu sürede halkla ve Bahai toplumuyla olan ilişkilerini çoğu zaman Hz. Abdülbaha yürütmüş ve Babası'nın en sadık takipçisi ve destekçisi olmayı hep sürdürmüştür.

Ancak en nihayetinde 29 Mayıs 1892 tarihinde Hz. Bahaullah’ın “belalarla dolu” hayatının “gailelerinden nihayet azad olan ruhu”[9], şafak vaktinde Allah’ın öte âlemlerine doğru kanatlanmıştır.

Bu büyük ayrılık, Bahai toplumu ve Hz. Bahaullah’ın sevenleri tarafından büyük üzüntüyle karşılanmıştır. Derhal Sultan II. Abdülhamid’e “Baha güneşi battı.” başlığıyla bir telgraf çekilerek Kutsal Naaşlarının Ebedi İstirahatgahına tevdi edilebilmesi için izin alınmıştır.

Hz. Bahaullah, tamamını Kendi el yazısıyla kaleme aldığı Kutsal Vasiyetnamesi'nde En Büyük Oğlu Hz. Abdülbaha’yı Ahdin Merkezi ve Dinin Yetkili Yorumcusu sıfatlarıyla taçlandırmış ve O'nu, inananların Kendisi'nden sonra takip etmeleri gereken Kimse olarak tayin etmiştir.

“İlahi Vasiyetçinin vasiyeti şudur: En Kutsal Kitabımızda indirdiğimiz şu ayete bakınız: ‘Huzurumun okyanusu çekildiği ve Vahyimin Kitabı son bulduğu zaman, yüzünüzü Allah’ın irade buyurduğu, bu Ezeli Kök’ten filizlenen Kimse’ye çevirin.’ Bu kutsal ayetten maksat En Büyük Dal’dan (Hz. Abdülbaha) başkası değildir. Yüce irademizin bir bağışı olarak işte size böyle açıkladık. Ben en büyük fazıl ve kerem sahibiyim.”[10]

Böylece Hz. Bahaullah, Vasiyetnamesi vasıtasıyla inananları ile Kendi arasında bir Ahit kurmuştur. Bu Ahit sayesinde bugüne kadarki tarihi boyunca Bahai toplumu, idari yapısının ne şekilde biçimleneceğine dair temel hükümlere sahip olmuş, anlaşmazlıklar oluştuğu durumda nereye başvuracağını her zaman bilmiş, birliğini muhafaza etmiş ve bölünmelerden korunmuştur.

Hz. Bahaullah’ın Ebedi İstirahatgahı

Bu durum, Bahai toplumu için fazla şaşırtıcı olmamıştır. Zira Hz. Abdülbaha’nın Makamı, Hz. Bahaullah’ın çok sayıda farklı Kutsal Metinleri'nde açıkça belirtilmiş ve Hz. Bahaullah’ın Kalemi'nden dökülen “En Büyük Kutsal Dal” ve “Allah’ın Sırrı” gibi sıfatlarla övülmüştür. Bunların yanında, önceki bölümlerden okunabileceği üzere, özellikle Edirne ve Akka dönemleri boyunca Hz. Abdülbaha’nın Dinin işlerini yönetmede üstlendiği sorumluluklar tedricen artmış, Hz. Bahaullah’ın O’na duyduğu derin sevgi ve güven hep daha açık hale gelmiştir.

Hz. Bab’ın Ebedi İstirahatgâhı’nın İnşaatı

Hz. Bab’ın Kutsal Naaşı, maalesef baskılar sebebiyle Hz. Abdülbaha’nın görevde olduğu döneme dek defnedilememiş, saklı halde bir yerden bir yere taşınarak muhafaza edilmek zorunda kalınmıştır. Hz. Abdülbaha’nın en önemli görevlerinden biri de bu Kutlu Naaşın yerleştirileceği ana yapının inşaatını tamamlamak olmuştur.

1900’lü yılların başlarında Hz. Bab’ın Ebedi İstirahatgahı

Bu meydan okumalarla dolu çalışma, Hz. Bahaullah’ın ömrünün son yıllarında Hayfa’daki Kermil Dağı üzerinde anıt mezar inşaatının yapılması gereken bölgeyi belirlemesiyle başlamıştır. Fakat Hz. Abdülbaha’nın görev süresi boyunca yaşadığı zulümler nedeniyle umulandan ağır bir hızda ilerlemek zorunda kalmıştır. Ancak sonunda, 1909 yılının Nevruz Bayramı akşamında, Hz. Abdülbaha’nın sözleriyle “Hz. Bab’ın mübarek ve parlak naaşı […] altmış sene oradan oraya nakledilip rahat ve huzur görmedikten sonra Ebha Cemal’in rahmetiyle Nevruz günü kutsal tabut içinde Kermil Dağı’ndaki Mübarek Türbeye törenle”[11] defnedilmiştir.

Bu muazzam yapı, sonraki yıllarda üzerine eklenen görkemli bir kubbe ve çevresinde oluşturulan büyüleyici güzellikteki teras bahçelerle birlikte Kermil Dağı’nın yamaçlarında, Hz. Bahaullah’ın Akka’daki Ebedi İstirahatgahı'na nazır şekilde büyük bir haşmet ve ihtişamla varlığını sürdürmektedir. Hem Kermil Dağı’nın eteklerindeki yapı ve onu çevreleyen teras bahçeler hem de Hz. Bahaullah’ın Akka’da ikamet ettiği son ev, Kutsal Naaşı'nı koruyan bina ve etrafını saran bahçeler, 2008 yılında UNESCO’nun Dünya Kültür Mirasları listesine alınmıştır.[12]

Hz. Bab’ın Ebedi İstirahatgahı

Diğer Gelişmeler

Eş zamanlı olarak ayrıca doğuda Aşkabat ve batıda Şikago şehirlerinde ilk Bahai Mabetleri'nin inşaatı için süreç başlatılmıştır. Büyük bir depremde zarar gören Aşkabat Mabedi şu anda tamamen yıkılmış olsa da Şikago’daki, batının ana mabedi olarak anılan heybetli yapı tüm görkemiyle ayakta ve hizmettedir.

Aşkabat Bahai Mabedi

Şikago Bahai Mabedi

Yine Hz. Abdülbaha’nın dönemindedir ki “devlet okulları ve kolejleri hemen hiç yok denecek ve mevcut dinî kurumlarda verilen eğitim acınacak kadar zayıf”[13] iken İran’ın birçok şehrinde kız ve erkek çocuklar için okullar ve eğitim kurumları kurulmuştur. Ayrıca Ezher Üniversitesinin bazı seçkin talebe ve hocaları da yine bu zamanlarda Bahai Dini’ni kabul etmiştir.

Bu gelişmelerle birlikte, Hz. Abdülbaha’nın artık taşıdığı bu Makam'dan ötürü rahatsızlık duyanlar Osmanlı ve İran yetkililerine iftiralarla dolu sayısız mektup yazarak Hz. Abdülbaha’yı alıkoymalarını talep etmiş, halkı Kendisi'ne karşı kışkırtmaya çalışmıştır. Bu zalimce çabaların sonucunda İstanbul’dan bir teftiş heyetinin Akka’ya gelerek durumu yerinde incelemesine karar verilmiştir. Hz. Abdülbaha’nın Osmanlı İmparatorluğu'nun çok daha ücra bir noktası olan Fizan’a (Libya) sürgün edileceğine dair tehditlere rağmen, Temmuz 1905’te Sultan’a suikast girişimi nedeniyle teftiş heyeti acilen İstanbul’a dönmek zorunda kalmıştır.

Bundan birkaç sene sonra ise, İkinci Meşrutiyet'in ilanıyla beraber ülkede siyasi ve dini gerekçelerle mahkum edilen herkesin serbest bırakılmasına karar verilmiştir. Böylece Hz. Abdülbaha, çok küçük bir çocuk olduğu zamanlardan sonra ilk defa tam bir özgürlüğe kavuşmuştur.

Önde Gelen Türklerle Temaslar

Hasan Bedreddin Paşa[15]
Daha önceki dönemlerdekine benzer şekilde Hz. Abdülbaha, hayatının geç döneminde de yaşadığı bölgenin halkı, yerel yöneticileri ve din adamlarıyla dostane ilişkiler içinde olmuştur. Hz. Abdülbaha’nın yakın ahbaplık kurduğu ve Bahai kaynaklarına göre dini kabul etmiş olan Bedri (Hasan Bedreddin) Paşa, bu gibi Osmanlı önde gelenlerinden biridir[14]. Akka’da bir sürgün olarak görev yapmakta olan Bedri Paşa askeri bir bürokrattır. Akka’da bulunduğu süreçte Hz. Abdülbaha’ya tercümanlık yapmış olan Bedri Paşa, daha sonra Arnavutluk Bölgesi'ndeki İşkodra Vilayeti'ne vali olarak atanmıştır. İşkodra’da bulunduğu dönemde de vilayeti yönetirken izlemesi gereken prensipler de dâhil çeşitli konularda Hz. Abdülbaha ile irtibatı sürmüştür.

Süleyman Nazif

Hz. Abdülbaha’nın bu dönemde görüşmüş olduğu bir diğer Türk aydını da meşhur edebiyatçı ve bürokrat Süleyman Nazif’tir[16]. Din, tarih ve siyaset gibi konularla yakından ilgilenen Süleyman Nazif, Babi İnancı’nın İran’da yarattığı etkiden haberdar olmuş, Hz. Bab’a ilk iman eden 18 Kişinin içindeki tek kadın olan Hz. Tahire’ye büyük hayranlık beslemiş ve bu konular hakkında daha detaylı bilgi edinmek üzere 1917’de Hayfa’da Hz. Abdülbaha ile görüşmüştür. Süleyman Nazif, bu görüşmeyi de anlattığı bir eserinde Hz. Abdülbaha’nın “ruhani ve nurani çehresi” [17] ve “zekâ-yı bârizi”nden[18] övgü ile bahsetmektedir. Yine bu eserdeki bilgilerden, Hz. Abdülbaha’nın Namık Kemal gibi başka Türk aydınlarıyla da irtibat kurmuş olduğu öğrenilmektedir.

Batı Seyahatleri

Hz. Abdülbaha, bir sakini olduğu Akka ve çevresinde nüfuz sahibi olsa da esasen etkisinin kapsamı çok daha geniştir. Hz. Bab döneminden beri yaşanan gelişmeleri ilgiyle takip eden batılı bürokrat ve aydınlar olsa dahi; Bahai Dini’nin batıdaki halk kitleleriyle teması ilk kez Hz. Abdülbaha aracılığıyla olmuştur.

Yazılarında doğu ile batı arasında bir birlik kurulması temennisi sıkça görülebilen Hz. Abdülbaha, batıda da Bahai toplumlarının oluşması için önemli adımlar atmıştır. Bu ülkelerde yeni oluşmakta olan Bahai toplumlarının üyelerine sayısız mektuplar yazarak onlara sürekli kılavuzluk sağlamıştır. Bu kişiler arasından Akka’da Kendisi'ni ziyaret etme lütfuna erişebilmiş olanların gönüllerinde yarattığı büyük heyecan ve adanmışlık hissi ve verdiği etkili talimatlar sayesinde dinin batıdaki gelişimi iyice güçlenmiştir.

Hz. Abdülbaha bir grup Bahai inanan ile birlikte, Paris - 1913

Bu sürecin neticesinde Amerika Birleşik Devletleri, Kanada, İngiltere ve Fransa’da ilk Bahai toplumları oluşmuştur. Hatta hâlen Amerika’nın Şikago şehrinde görkemle parlayan batı dünyasının ilk Bahai Mabedi'nin arsalarının ilk kısımlarının alınması ve inşaatı için ön çalışmaların başlaması dinin Kuzey Amerika’da ilk kez duyulduğu 1890’lardan yaklaşık 15 yıl gibi kısa bir süre sonra gerçekleşmiştir.

Batı ülkelerindeki inananlardan gelen mektuplarda bahsedilen gelişmeler ve batıdan Akka’ya akın etmekte olan merak ve sevgi dolu ziyaretçiler, Hz. Abdülbaha’nın bu ülkelere yapacağı bir ziyaretin fazlasıyla etkili olabileceği izlemini yaratmıştır.

1908’de İkinci Meşrutiyet'in ilanıyla Hz. Abdülbaha’nın 55 yıllık kederli mahkûmiyeti son bulmuştur. Bunun üzerine, yetmişe dayanmış yaşına ve keder dolu sürgünlük hayatının artık bünyesinde yaratmakta olduğu rahatsızlıklara aldırış etmeden, “hayatının akşamında, Kendi'nde kalmış olan son gücünün tamamını, birinci Bahai yüzyılının tarihinde emsali bulunmayan boyutlarda kahramanca bir hizmete vakfetmeye”[19] koyulmuştur. Bu hizmet, esaret zincirlerinden kurtulmasından sonra hızla planladığı, önce Mısır’a, sonra Avrupa ve Amerika’ya gerçekleştirdiği, toplamda üç yıl sürecek olan seyahatleridir.

Hz. Bab’ın Kutsal Naaşlarının Kermil Dağı’ndaki Ebedi İstirahatgahı'na defnini gerçekleştirmesinin ardındaki yıl içinde, bu unutulmaz seyahate Eylül 1910’da Mısır’a giderek başlamıştır. Sağlık koşulları sebebiyle bir yıla yakın bir süreyi İskenderiye’de geçirdikten sonra Ağustos 1911’de ilk Avrupa seyahatine çıkmıştır. Yolda geçen zaman haricinde bir ay kadar Londra’da ve dokuz hafta Paris’te kalmıştır. Aralık 1911’de tekrar Mısır’a dönmüştür.

İkinci seyahatine ise Mart 1912’nin sonunda başlayarak, bu defa doğrudan Amerika Birleşik Devletleri’ne yolculuk etmiş, Nisan 1912’de Amerika’ya varmıştır. Amerikalı Bahailer yaptığı yolculuk için sağladıkları ödenek ile Titanik'in ilk seferi ile seyahat etmesini istemişler; Hz. Abdülbaha ise bu meblağı çok fazla bulmuş, paranın tamamını yardım kurumuna bağışlanması için iade ederek daha mütevazı bir gemi olan Cedric ile seyahat etmiştir. 8 ay boyunca kıtayı bir kıyıdan bir kıyıya dolaşmış, Aralık 1912’de Avrupa’ya hareket etmiştir. Bu defa Avrupa’da daha uzun süre geçiren Hz. Abdülbaha, İngiltere’nin çeşitli şehirlerinde, Paris, Stuttgart, Budapeşte ve Viyana’da kalmıştır. Haziran 1913’te Mısır’a dönmüş, Mısır’da birkaç şehri ziyaret ettikten ve İskenderiye’de bir süre daha kaldıktan sonra Aralık 1913’te üç yıl süren tarihi yolculuğunu tamamlayarak Hayfa’ya dönmüştür.

Hz. Abdülbaha bir kilise konuşma yaparken, Şikago - 1912

Hz. Abdülbaha bir kilisede konuşma yaparken, Şikago - 1912

Alexander Graham Bell

Bu uzun soluklu seyahatleri boyunca evlerde ve kilise, sinagog ve üniversitelerin salonları gibi halka açık mekânlarda, zaman zaman binlerce kişiye hitap ettiği konuşmalar yapmıştır.[20] “Kendi ifadesiyle, hapse gençken girip yaşlı bir adam olarak çıkan, hayatında hiç kalabalık bir gruba hitap ederek konuşma yapmayan, hiçbir okula gitmeyen, Batılı çevrelerde dolaşmayan, Batı’nın adetlerine aşina olmayan O, Avrupa’nın bazı önemli başkentlerinde ve Kuzey Amerika kıtasının büyük şehirlerinde mimber ve kürsülerden, Babasının Dininde saklı belirgin gerçekleri ilan etmekle kalmayıp aynı zamanda daha önceki Peygamberlerin de İlahi kaynağını isbat etmeye ve onlarla [Bahai Dini] arasındaki bağın mahiyetini açıklamaya koyul[muştur]”.[21] Her din, inanç, mezhep, ideoloji, ırk ve etnik kökenden insanlarla, hiçbir önyargı izi göstermeden bir araya gelmiş ve Hz. Bahaullah’ın prensiplerini dinleyicilerin hem kalplerinde hem de akıllarında inanılmaz bir nüfuz bırakacak biçimde büyük bir açıklık ve belagatle sunmuştur. Gittiği her şehirde, yalnızca oldukça meraklı olan halkı kabul etmekle kalmayıp; büyükelçiler, belediye başkanları, valiler, soylular, üniversite rektörleri, düşünce önderleri, dernek başkanları ve tanınmış gazeteciler gibi çok sayıda önde gelen simanın davetlisi olarak onlarla görüşmüştür. Örneğin Washington D.C.’de, Osmanlı büyükelçisi Yusuf Ziya Paşa, O'nu bir akşam yemeğiyle onurlandırdı ve O’na “ihtişamını ve mükemmelliğini aramıza yaymak için gelen bu çağın Eşsiz Zatı” diye hitap etmiştir. Telefonu icat eden Alexander Graham Bell, Hz. Abdülbaha ile tanışmaları için arkadaşlarını ve bilim insanı meslektaşlarını evine davet edip gece yarısına kadar Hz. Abdülbaha ile bilim ve çeşitli konular hakkında sohbet ederek Kendisini evinde ağırlamıştır. Ünlü yazar ve şair Halil Cibran, 1912 yılının başlarında New York şehrinde Hz. Abdülbaha ile tanışmış, hatta zaman zaman bazı konuşmaları sırasında tercümanlığını yapmıştır. Meslektaşı ve komşusu olan Bahai sanatçı Juliet Thompson ile yakın dostluğu olan Cibran, 19 Nisan 1912’de Hz. Abdülbaha’nın bir portresini çizmiş ve birçok eserinde Kendisinin kişiliğinden ve yazılarından ilham almıştır.

Hz. Abdülbaha’nın bu ileri yaşındaki fedakârca seyahati esnasında gerçekleştirdiği dur durak bilmez görüşmeler, batıdaki ilk inananların ve Bahai toplumlarının güçlenmesi için önemli bir sıçrama sağlamıştır. Yaptığı halka açık konuşmalar; barış, kadın hakları, ırkçılığın önlenmesi, eğitim, bilimin önemi, ekonomik adalet gibi toplumda yaygın şekilde gündemde olan konularla ilgilenen kimselerin üzerinde büyük etki bırakmıştır. Diplomat, yönetici ve bürokratlarla yaptığı görüşmelerde ise toplumun tamamını kapsayan bir barış ve refah ortamının sağlanabilmesi için gerekli olan bakış açılarından ve uluslararası politik araçlardan söz etmiştir. Ayrıca “şayet dünyanın devlet adamları önlemeyi başaramazlarsa, bütün Avrupa kıtasını ateşe verecek bir yangının yaklaştığını ciddiyetle ve tekrar tekrar uyar[mıştır].”[22] Her yerdeki beyanlarında çağlar boyunca vaat edilmiş olan Gün'ün geldiğini ve Hz. Bahaullah’ın insanlığın birliğini ilan ederek zuhur ettiğini müjdelemiştir.

Beyanlarından ve yazılarından etkilenen Kont Leo Tolstoy da hem Hz. Abdülbaha’nın Şahsı'na hem de Hz. Bahaullah’ın Dini'ne saygı göstermiş olan seçkin ve bilgi sahibi bir zattı.[23] Ayrıca ünlü bilim adamı ve entomolog Dr. Auguste Forel, Hz. Abdülbaha’nın kendisine yazdığı mektupların etkisiyle Bahai Dini’ni kabul etmiştir.[24]

Halil Cibran

Dr. Auguste Forel

Leo Tolstoy

Son Yılları ve Vefatı

Hz. Abdülbaha batı ülkelerinde yaptığı ziyaretlerin pek çoğunda başka milletlerden olanlara karşı yükseltilen düşmanca ve saldırgan sözlere karşı yetkilileri ve halktan kimseleri cesurca uyarmıştır. İnsanlığın bu tavrı geride bırakmayı başaramazsa büyük acılar çekeceğine dair öngörülerini açık açık dile getirmiştir.

Nitekim bu öngörülerin haklılığı, Hz. Abdülbaha’nın batı seyahatlerini tamamlamasının üzerinden bir yıl dahi geçmeden, Temmuz 1914’te Birinci Dünya Savaşı'nın patlak vermesiyle, acı bir şekilde tasdiklenmiştir. Bu büyük zulümler, Hz. Abdülbaha’nın sakini olduğu Filistin topraklarını da içine alarak O’nun ömrünün son yıllarında da huzur içinde yaşamasına mani olmuştur. Savaş sırasında Akka ve çevresinde büyük bir kıtlık yaşanmış ve dışarıyla iletişim neredeyse tamamen kesilmiştir.

Bu esnada Hz. Abdülbaha, halkın maddi ve manevi ihtiyaçlarına hizmet etmekle meşgul olmuştur. Kişisel olarak kapsamlı bir tarım programı[25] düzenlemiş ve böylelikle Akka, Hayfa ve Filistin'deki binlerce fakiri besleyen büyük bir buğday tedariki sağlamıştır. Tüm ihtiyaç sahipleri ile ilgilenmiş ve acılarını olabildiğince hafifletmiştir. Yüzlerce fakir insana günlük küçük yiyecek ve ekonomik yardımlarda bulunmuştur.

Savaşın yıkıcı etkileri Hz. Abdülbaha’nın kaleminden akan ilahi kılavuzluğa kesinlikle mani olmamıştır. Bu zorlu savaş yıllarında Amerika Birleşik Devletleri ve Kanada’daki Bahailere gönderdiği İlahi Plan Levihleri adı altında toplanan mektuplarıyla, artan sayıda kitlelerin Hz. Bahaullah’ın Zuhuru'yla nasıl tanıştırılacağının ana hatlarını çizmiştir. Bu iş için gerekli olan anlayış, tutum ve ruhani nitelikleri bu vesileyle tüm dünya Bahaileri ile paylaşmıştır. Bu tarihi mektuplar, halen dünya Bahai toplumunun plan ve çalışmalarının temel bir kılavuzu olarak işlev göstermeye devam etmektedir.

Savaş sonrasında bölgeyi hâkimiyet altına alan İngiliz güçleri, Hz. Abdülbaha’nın savaş döneminde oluşan besin kıtlığına karşı gerçekleştirdiği tarım ve hayırseverlik projelerini büyük bir minnettarlık ve övgüyle karşılamış ve O’na ömrünün en son yıllarında nispeten daha rahat bir yaşantı sürmesine yardımcı olacak imkânları sağlamıştır. Bu cömertçe girişimleri sebebiyle “Fukara Babası” sıfatını kazanmış olan Hz. Abdülbaha “yoksullara, yetimlere, hastalara ve ezilmişlere yaptığı yardımları hiçbir şeyin aksatmasına” izin vermemiş; “hiçbir şey O’nu, Kendi'nden yardım isteyecek hali olmayanların veya bundan utananların yardımına bizzat koşmaktan”[26] engelleyememiştir.

Buna rağmen artık yaşı bir hayli ilerlemiş ve bedeni yorgun düşmüş olan Hz. Abdülbaha, 1921’in Kasım ayının sonlarına doğru aniden kötüleşmiş ve 28 Kasım 1921 gününün ilk saatlerinde “ruhu nihayet Sevgili Babası'nın izzetiyle kucaklanmak ve O'nunla ebediyen birleşme zevkini tatmak üzere ebedi yuvasına doğru”[27] kanat açmıştır

Hz. Abdülbaha’nın cenaze töreni

Hz. Abdülbaha’nın cenaze töreni

Babasının “Gözümün Bebeği”, “gökte ve yerde bulunan herkesin kalkanı” ve “bütün insanlığın sığınağı”[28] sözleriyle övdüğü Hz. Abdülbaha’nın ani vefatı, doğudaki ve batıdaki Bahai toplumlarını derin yasa boğmuş, O’nu uzaktan veya yakından tanıyan, seçkin veya halktan tüm insanlar, teselli bulmaz ailesine samimiyetle taziyelerini iletmişlerdir.

Cenazesi 29 Kasım 1921 Salı günü gerçekleştirilmiş ve Filistin’in o tarihe kadar şahit olmadığı türden bir tören olmuştur. Törene her sınıf, din ve ırktan en az on bin kişi katılmış, merasim hüznü ve hürmeti ifade eden mutlak bir sadelik içinde gerçekleşmiştir. Tabutu sevenlerinin sırtında taşınarak Kermil Dağı’nın üzerindeki Hz. Bab’ın ebedi istirahatgahının önündeki bir musalla taşına taşınmış, Hayfa Müftüsü de dâhil olmak üzere Müslüman, Hıristiyan ve Yahudi dinlerini temsilen dokuz kişi cenaze hitabelerinde bulunmuş, katılan hükümet yetkilileri cenazeye karşı saygı duruşunda bulunmuş ve son olarak tabutu, Hz. Bab’ın Naaşının bulunduğu yere bitişik bir mahzende büyük bir matem ve saygı içinde defnedilmiştir.

Vasiyetnamesi

Hz. Abdülbaha’nın arkasında bıraktığı sayısız yazılı belge ve açıklamalarının arasında üç parça halinde tamamı Kendi el yazısıyla yazılmış olan Vasiyetnamesi'nin ayrı bir önemi vardır.

Bu Vasiyetname, Hz. Bahaullah’ın yasalarını içeren Kitab-ı Akdes (“En Kutsal Kitap”) ve “Ahdimin Kitabı” olarak andığı Kendi Vasiyetnamesi'nden güç alan ve onlarla tam bir uyum içinde onlara açıklık kazandıran tarihi bir belgedir.

Bu eşsiz belge, ilk defa 7 Ocak 1922’de, yerel usule uygun olarak Hz. Abdülbaha’nın vefatının kırkıncı günü dolayısıyla düzenlenen anma toplantısında, Hayfa Valisi de dâhil birçok yerel önde gelenlerin huzurunda halka açık olarak ilan edilmiştir. Tüm dünya Bahailerine duyurulması da yine aynı tarihte olmuştur.

Hz. Abdülbaha’nın ziyaretçileri ağırladığı ev, Hayfa

Hz. Abdülbaha’nın ziyaretçileri ağırladığı ev, Hayfa

Hz. Abdülbaha, Vasiyetnamesi ile yalnızca Bahai toplumuna Kendisi'nden sonra yönelmeleri gereken Kişi olarak en büyük torunu Hz. Şevki Efendi’yi göstermekle kalmamakta; aynı zamanda Bahai idari düzeninin gelecekteki gelişim çizgisine dair pek çok ayrıntıya yer vermektedir.

Hz. Bab’ın Elçiliği'ni ilan ettiği ve Hz. Abdülbaha’nın doğduğu Mayıs 1844’te başlayan, kaleme alınmaz eziyetler, insanüstü cesaret ve akla sığmaz fedakârlıklarla süslenen Bahai Dini’nin “Kahramanlık Çağı” Kasım 1921’de Hz. Abdülbaha’nın vefatıyla son bulmuş ve halen içinde olduğumuz “Oluşum Çağı” başlamıştır.

hz.abdülbaha'nın yürürken arkadan foroğrafıBu nedenle 2021 yılı, hem sevgili Hz. Abdülbaha’nın vefatının, hem de Bahai Dini’nin Oluşum Çağı'nın başlangıcının yüzüncü yıl dönümü olması nedeniyle Bahailer için son derece büyük bir öneme sahiptir. Bu yıl aynı zamanda, dünyayı pençesi altına alan bir küresel sağlık krizine rağmen, Hz. Abdülbaha’nın kutsal naaşını “sonsuza dek bağrında koruyacak”[29] ve O’nun benzersiz Makamı'na uygun nitelikte tasarlanmış olan anıt mezarının inşaatı yetkililerce uygun görülen tüm halk ve personel sağlığı önlemlerine bağlı kalınarak büyük bir hızla devam etmektedir.

Vefatının yüzüncü yılında, “Babası'nın insanlığa öğrettiği her şeyin sözde ve amelde mükemmel somut örneği olan”[30] Hz. Abdülbaha’nın hayatı, her zamankinden çok daha göz alıcı bir parlaklıkla, tüm insanlık ailesi için muhteşem bir ilham hazinesi olmaya devam etmektedir.

Kaynaklar

[1] İlahi Mazhar veya Tanrı Mazharı: “Mazhar” kelimesi izhar etmek kökünden gelmektedir. İzhar etmek ise göstermek veya daha önce bilinmeyen bir şeyi açığa çıkarmak anlamına gelir. Tanrı Mazharları ise Allah’ın yaydığı ilahi kaynaklı ışığın insanlar arasında görünür hale gelmesini sağlayan, ne zaman O’ndan uzaklaşsalar O’nun buyruklarını insanlara hatırlatan evrensel eğitmenlerdir.

[2] Hz. Şevki Efendi, Hz. Bahaullah’ın Dünya Düzeni Hakkında Mektuplar, Bahai Eserleri Basım Dağıtım, Ankara, 2012, s.129

[3] Hz. Şevki Efendi, Bahai Dini’nin I. Yüzyılı, Baha Basım Dağıtım, İstanbul, 1995, s.251

[4] Aslında Necibiye Bahçesi olarak anılan bu yere, Rızvan (Cennet) Bahçesi adını veren Hz. Bahaullah’tır.

[5] Görsel kaynağı

[6] Necati Alkan, Midhat Pasha and ‘Abdu’l-Baha in ‘Akka: The Historical Background of the Tablet of the Land of Ba [Midhat Paşa ve Hz. Adbülbaha Akka’da: Ba Diyarı Levhinin Tarihsel Arkaplanı], Baha’i Studies Review, 13, 2005, ss.1–13

[7] Nameyn Bahçesi: Hz. Bahaullah tarafından Yeni Kudüs, Yeşil Adamız ve Rızvan (Cennet) Bahçesi isimleriyle şereflendirilmiş, Akka şehrinin doğusundaki bir nehrin ortasındaki bir ada biçimdeki bahçedir. Aynı zamanda şu anda Hz. Abdülbaha’nın Kutsal Naaşlarının taşınacağı makam binasının inşaatı, Hz. Bab’ın ve Hz. Bahaullah’ın Ebedi İstirahatgahları arasındaki yol üzerinde bulunan bu noktanın civarında devam etmektedir.

[8] Hz. Bahaullah, Hz. Bahaullah’ın Dünya Düzeni Hakkında Mektuplar, Hz. Şevki Efendi tarafından alıntılanmıştır, Bahai Eserleri Basım Dağıtım, Ankara, 2012, ss.134-135

[9] Hz. Şevki Efendi, Bahai Dini’nin I. Yüzyılı, Baha Basım Dağıtım, İstanbul, 1995, s.231

[10] Hz. Bahaullah, Kutsal Vasiyetnameler, Bahai Eserleri Basım Dağıtım, Ankara, 2011, s.3

[11] Hz. Abdülbaha, Bahai Dini’nin I. Yüzyılı, Hz. Şevki Efendi tarafından alıntılanmıştır, Baha Basım Dağıtım, İstanbul, 1995, ss.287-288

[12] UNESCO, Bahá’i Holy Places in Haifa and the Western Galilee, 29 Nisan 2021 tarihinde https://whc.unesco.org/en/list/1220/ adresinden alınmıştır.

[13] Hz. Şevki Efendi, Bahai Dini’nin I. Yüzyılı, Baha Basım Dağıtım, İstanbul, 1995, s.313

[14] Necati Alkan, Filistin’de Jön Türkler ve Bahailer, Derleyenler: Yuval Ben-Bassat ve Eyal Ginio, Jön Türklerin Filistin’i, Koç Üniversitesi Yayınları, İstanbul, 2016, ss.217-258

[15] Görsel kaynağı: Mithat Kemal Kuntay, Namık Kemal: Devrinin insanları ve olayları arasında (İstanbul 1944-56), cilt 2-1, s.238

[16] Necati Alkan, Süleyman Nazif's Nasiruddin Shah ve Babiler: an Ottoman Source on Babi-Baha'i History [Süleyman Nazif’in Nasıruddin Şah ve Babiler’i: Babi-Bahai Tarihine Dair bir Osmanlı Kaynağı], 2000

[17] Süleyman Nazif, Nasıruddin Şah ve Babiler, Haz. Ergun Çınar, Kitabevi Yayınları, İstanbul, 2014, s.11

[18] Süleyman Nazif, Nasıruddin Şah ve Babiler, Haz. Ergun Çınar, Kitabevi Yayınları, İstanbul, 2014, s.59

[19] Hz. Şevki Efendi, Bahai Din’inin I. Yüzyılı, Baha Basım Dağıtım, İstanbul, 1995, ss.290-291

[20] Hz. Abdülbaha’nın bu seyahatleri esnasında yaptığı bazı konuşmaların metinleri, Paris Konuşmalarından Seçmeler ve Sevgiden Birliğe başlıklı iki kitap halinde Türkçe olarak yayımlanmıştır.

[21] Hz. Şevki Efendi, Bahai Dini’nin I. Yüzyılı, Baha Basım Dağıtım, İstanbul, 1995, s.291

[22] Hz. Şevki Efendi, Bahai Dini’nin I. Yüzyılı, Baha Basım Dağıtım, İstanbul, 1995, s.293

[23] Hz. Şevki Efendi, Bahai Dini’nin I. Yüzyılı, Baha Basım Dağıtım, İstanbul, 1995,  s.331

[24] Hz. Şevki Efendi, Bahai Dini’nin I. Yüzyılı, Baha Basım Dağıtım, İstanbul, 1995, s.322

[25] Olayın geçtiği yer, Tiberya ve Celile Denizi yakınlarındaki Ürdün Vadisi’dir.

[26] Hz. Şevki Efendi, Bahai Dini’nin I. Yüzyılı, Baha Basım Dağıtım, İstanbul, 1995, s.280

[27] Hz. Şevki Efendi, Bahai Dini’nin I. Yüzyılı, Baha Basım Dağıtım, İstanbul, 1995, s.326

[28] Hz. Şevki Efendi, Bahai Din’inin I. Yüzyılı, Baha Basım Dağıtım, İstanbul, 1995, s.253

[29] Yüce Adalet Evi, dünya Bahailerine hitaben Rızvan 2019 mektubu

[30] Yüce Adalet Evi, dünya Bahailerine hitaben 25 Kasım 2020 tarihli mektup