Ruhani Konular

Hz. Abdülbaha, Bahai Dini’nin Peygamberi Hz. Bahaullah’ın, yani Babasının Sözlerinin yanılmaz yorumcusudur. Hz. Bahaullah’ın Vahyi o kadar geniş, Sözlerinin her birinin içindeki anlamlar o kadar derindir ki arkasında Bizzat Kendisinin ilham vereceği bir yorumcu bırakmayı gerekli görmüştü. Böylece gelecek nesiller boyunca insanlık, doğruluğu tasdik edilmiş çeşitli yazı ve konuşmalarda Hz. Abdülbaha’nın yorumlarını inceleyerek Hz. Bahaullah’ın öğretilerini anlayabilecektir. Aşağıda bu yazı ve konuşmalardan kısa bir derleme yer almaktadır. Daha geniş kapsamlı okuma ve inceleme için sitenin KİTAPLAR başlığını ziyaret etmek isteyebilirsiniz.

RK – Allahin Bilinemezligi

ALLAH’IN BİLİNEMEZLİĞİ

İnsan idraki Allah’ı anlayamaz

İnsanın tasavvur ettiği Tanrılık Gerçeği, hakikî bir varlığa değil, zihnî bir varlığa sahiptir.
Tanrılık varlığı akılsal kanıtlarla ispatlanmıştır, fakat Tanrılık gerçeği idrak edilemez. Çünkü, dikkatli bir bakışla baktığın zaman, hiçbir alt aşamanın kendi üst aşamasını idrak etmediğini göreceksin. Örneğin, alt bir aşama olan mineral dünyası bitki dünyasını algılayamaz, bu algılama büsbütün imkânsızdır. Aynı şekilde, bitki dünyası her ne kadar ilerlerse ilerlesin yine de hayvan dünyasından habersizdir ve onu hiç algılayamaz; çünkü hayvanın aşaması bitkinin aşamasının üstündedir. Bu ağaç, görme ve işitme işlemlerini tasavvur edemez. Hayvan dünyası her ne kadar ilerlerse ilerlesin, görünmez gerçekleri algılayan ve her şeyin içini keşfeden, aklın gerçeğini tasavvur edemez; çünkü insan aşaması, hayvan aşamasına nazaran daha üst bir aşamadır. Bütün bu varlıklar yaratılış dünyasında bulundukları halde, aşamaların farklı oluşu algılamayı önlemektedir; hiçbir alt aşama üst aşamasını algılayamaz ve bu iş tamamen imkânsızdır, fakat üst aşama alt aşamasını algılar. Örneğin hayvan; o, bitki ve mineral aşamalarını algılar. Fakat, mineralin insanlık âlemini algılaması imkânsızdır. Bu varlıkların tümü aynı yaratılış dünyasında bulunmalarına rağmen, hiçbir alt aşama üst aşamasını algılayamamaktadır.

O halde, sonradan yaratılma bir gerçek olan insan, kadim olan Tanrılık Gerçeği'ni nasıl algılayabilir? Tanrılık Gerçeği ile insan arasındaki aşamaların farkı, bitki ile hayvan arasında bulunan farktan yüz bin kere daha büyüktür.

İnsanın tasavvur ettiği şeyler, insanın kendi zihninde yarattığı kuruntulu görüntülerdir; çevreleyen değil, çevrelenmiştir ve insanın kendisi bu kuruntulu görüntülerine çevreleyendir. Oysa Tanrılık Gerçeği çevrelenemez, tersine o tüm varlıkları çevreler ve bütün varlıklar ise çevrelenmiştir. İnsanın tasavvur ettiği Tanrılık Gerçeği, hakikî bir varlığa değil, zihnî bir varlığa sahiptir.

Hiç kimse Allah’ın özünü bilemez

O Birlik Zatı ve Görünmezlerin Görünmezi'nin gerçeği düşünceler ile tasavvurlardan kutsaldır ve vicdan O'na erişemez. O Kadim Gerçek, sonradan yaratılma olan bir gerçeğin kavrayışına sığdırılamaz. O, başka bir dünyadır ve anlaşılamaz; O'na ulaşmak ve O'na varmak hiç mümkün değildir. Sadece, Varlığı kesin ve ispatlanmıştır, fakat O'nun niteliği bilinemez.

Bütün bu varlıklar yaratılış dünyasında bulundukları halde, aşamaların farklı oluşu algılamayı önlemektedir; hiçbir alt aşama üst aşamasını algılayamaz ve bu iş tamamen imkânsızdır, fakat üst aşama alt aşamasını algılar.

Bütün filozoflar ve bilginler O'nun var olduğunu bildiler; ama O'nun varlığını öğrenmeye çalıştıklarında şaşkınlık içinde kalıp en sonda ise bu konuda umutlarını yitirerek sonsuz bir ümitsizlikle bu dünyadan göç edip gittiler. Çünkü, O Gerçeklerin Gerçeği ve Sırların Sırrı'nın durumlarını ve esrarını algılamak için bambaşka bir güce ve duyuya gerek vardır; bu güç ve duyu insanoğlunun tahammülünün üstündedir; bu yüzden onlar, O'ndan haber alamadılar.

Örneğin, eğer bir insanda işitme, tatma, koklama ve dokunma güçleri mevcut olduğu halde görme gücü bulunmazsa, bu insanın eşyaları görebilmesi imkânsızdır; çünkü işitmek, tatmak, koklamak ve dokunmakla bir şey görülemez. Aynı şekilde, insanoğlunun dünyasında var olan bu güçler ve duyularla, inanmazların şüphelerinden kutsal ve arınmış olan O Görünmez Gerçeği algılamak hiç mümkün değildir. Bunun için başka güçlere ve başka duyulara gerek vardır. Eğer bu güçler ve duyular sağlanırsa haber alınabilir, yoksa bu iş imkânsızdır.

İnsan Tanrı’yı ne dereceye kadar anlayabilir?

Tanrı mazharlarının tanınması Tanrı'nın tanınmasıdır. Tanrı mazharlarını tanıyan bir kimse Tanrı'yı tanımış olur.
Bil ki, tanıma iki türlüdür: Bir şeyin zatını tanıma bir şeyin sıfatlarını tanıma. Bir şeyin zatı sıfatlarıyla tanınır; yoksa zat meçhuldür, bilinmezdir. Şeylerin tanınması, yaradılmış ve sınırlanmış oldukları halde, ancak sıfatlar ile mümkün iken, sınırsız olan Ulûhiyetin hakikati nasıl olur da zat ile tanınabilir? Hiç bir şeyin özü zat ile tanınmaz, ancak sıfatlar ile tanınır. Meselâ güneşin özü meçhuldür, ama sıfatları olan ışık ve hararet ile tanınır. İnsanın zatının içyüzü bilinmez ve tanınmaz, fakat sıfatları ile tanınır ve nitelenir. Şimdi, her şeyin tanınması zat ile olmayıp sıfat ile olduğu ve akıl -dış varlıkları kapsayan olmasına rağmen bu varlıkları zat bakımından değil ancak sıfat bakımından tanıyabilir olduğu düşünülünce, bütün anlayışların ve kuruntuların üstünde bulunan O ezelî ve ebedî Tanrı nasıl zatı ile tanınabilir? Bir şeyin tanınması zatı ile değil ancak sıfatları ile mümkün olduğuna göre, Tanrı mahiyetinin zat bakımından meçhul ve sıfat bakımından bilinen olması gerekir. Şu halde, sonradan meydana gelen hakikat, kadim olan hakikati nasıl idrak edebilir? Onun için, idrak Tanrı hakikatinin değil, ancak Tanrı sıfatlarının tanınıp idrak edilmesinden ibarettir. Sıfatların tanınması da hakkıyla olmayıp beşer kuvveti ve kudretinin yettiği kadardır.

Ulûhiyetin mahiyetini tanımak imkânsız ve muhaldir, ama Tanrı mazharlarının tanınması Tanrı'nın tanınmasıdır, çünkü Tanrı'nın feyizleri, tecellileri ve sıfatları hep onlarda görünür. Binaenaleyh, Tanrı mazharlarını tanıyan bir kimse Tanrı'yı tanımış olur.

RK – Insana Dair

İNSANA DAİR

İnsanın iki doğası

İnsanın iki doğası vardır: Ruhani veya yüce olan ile maddi veya daha aşağı olan. İnsan biriyle Allah’a yaklaşır, diğeriyle ise sadece dünya için yaşar. İnsanda bu iki özelliğin işaretleri de mevcuttur. İnsan, maddi yönünde vefasızlık, zalimlik ve insafsızlık gösterir; tüm bunlar onun bu aşağı doğasının sonucudur. İlahi doğasının sıfatları ise sevgi, merhamet, nezaket, dürüstlük ve insaf şeklinde görülür; tüm bunlar da daha yüce olan doğasının göstergeleridir. İyi alışkanlıkların ve asil özelliklerin tümü insanın ruhani doğasına ait iken tüm eksikleri ve günahkâr davranışları maddi doğasından kaynaklanır. Eğer bir insanın İlahi doğası insani doğasına egemen olursa o zaman bir aziz haline gelir.

Dünyevi her şeyi geride bırakarak Ruhani Aleme ulaşmaya gayret ediniz.

İnsanda hem iyilik hem kötülük yapma gücü vardır; eğer iyiliği ağır basar ve yanlış yapma eğilimi zapt edilirse o kişi gerçekten de bir aziz sayılabilir. Ancak tam tersine, Rahmani şeyleri reddeder ve şeytani tutkularının kendisini ele geçirmesine izin verirse o insan bir hayvandan daha iyi değildir. Azizler kendilerini madde dünyasından kurtarmış ve günahın üstesinden gelmiş insanlardır. Dünyada yaşarlar ama oraya ait değillerdir; düşünceleri sürekli ruh âlemindedir. Hayatları ruhaniyet içinde geçer ve davranışları sevgi, adalet ve takvayı yansıtır. Onlar ışıklarını yukarıdan alırlar; dünyanın karanlık yerlerinde yanan parlak lambalara benzerler. İşte bunlar Allah’ın azizleridir. Hz. İsa’nın öğrencileri olan havariler diğer insanlar gibiydi; hemcinsleri gibi onlar da dünyevi şeylerin çekiciliğine kapılmışlardı ve hepsi sadece kendi çıkarını düşünüyordu. Ne adalet hakkında fazla şey bilirlerdi ne de İlahi mükemmelliklerin kendi içlerinde olduğunu. Ancak Hz. İsa’yı takip edip O’na inandıktan sonra cahillikleri yerini anlayışa bıraktı; zulüm adalete, yalan doğruya, karanlık ışığa dönüştü. Dünyeviydiler; ruhani ve rahmani oldular. Karanlığın çocuklarıydılar; Tanrı’nın çocukları oldular, aziz oldular! Bu yüzden onların adımlarını takip etmek için çaba gösteriniz; dünyevi her şeyi geride bırakarak Ruhani Aleme ulaşmaya gayret ediniz.

İster bu maddî vücudda ister bu vücuttan ayrıldıktan sonra, insanın tekâmülü daima kemallerdedir, yoksa rütbede değil.

Allah dünyaya Peygamberlerini insanoğlunu eğitip aydınlatmak, ona Kutsal Ruh’un Gücü’nün sırlarını açıklamak, onun ışığı yansıtmasını sağlamak için yolladı ki böylece o da diğer insanlar için bir rehberlik kaynağı olabilsin. Semavi Kitaplar, Kitab-ı Mukaddes, Kur’an ve diğer Kutsal Yazılar; ilahi erdem, sevgi, adalet ve barış yolunda rehber olsunlar diye Allah tarafından bahşedilmiştir. Bu yüzden sizlere şunu diyorum: Bu Mübarek Kitapların öğütlerini tutmak için çaba gösterip yaşamınızı buna göre düzenleyiniz ki önünüzdeki örnekleri takip ederek Yüceler Yücesi’nin azizleri haline gelebilesiniz!

İster bu maddî vücudda ister bu vücuttan ayrıldıktan sonra, insanın tekâmülü daima kemallerdedir, yoksa rütbede değil. Meselâ, varlıklar kâmil insanda son bulur; kâmil insandan daha yüksek bir varlık yoktur. Fakat insan rütbesine erişen varlık artık kemallerde ilerler, rütbede değil, çünkü kâmil insan rütbesinden daha yüksek bir rütbe yoktur ki insan ona ulaşsın. İnsanın ilerlemesi ancak insanlık mertebesi dahilindedir; çünkü insana ait kemallere sınır yoktur. Meselâ, bir insan, ne kadar alim olsa, ondan daha alimi tasavvur olunabilir. İnsana ait olan kemallere son olmadığına göre, bu dünyayı bıraktıktan sonra da kemallerde ilerleyebilmesi mümkündür.

Eğer bir insanın İlahi doğası insani doğasına egemen olursa o zaman bir aziz haline gelir.

Beden, nefis ve ruh hakkında

İnsanlık âleminde üç seviye vardır: Beden, manevi nefis ve ruh. Beden, insanın fiziksel ya da hayvansal seviyesidir. İnsan, bedensel açıdan bakınca hayvanlar âleminin bir parçasıdır. Hem insan hem hayvan bedeni, çekim gücünün etkisiyle bir arada tutulan elementlerin bileşimidir.

Manevi nefis aracılığıyla ruh tarafından aydınlatılınca insanın parlak zekâsı, onu varlık âleminin baş tacı yapar.

Hayvanlar gibi insanların da sıcak, soğuk, açlık, susuzluk vb. duyuları vardır; hayvandan farklı olarak ise insanda manevi bir nefis, insan zekâsı bulunur. İnsanın bu zekâsı, vücudu ile ruhu arasındaki aracıdır. İnsanoğlu kendi ruhuna, manevi nefsi vasıtasıyla anlayışını aydınlatma imkânını verdiğinde tüm varlık âlemini bünyesinde toplar; zira insan, gelmiş geçmiş her şeyin zirve noktasıdır ve önceki evrimlerin tümünden üstün olarak daha alt seviyedeki tüm âlemleri içinde barındırır. Manevi nefis aracılığıyla ruh tarafından aydınlatılınca insanın parlak zekâsı, onu varlık âleminin baş tacı yapar.

Ancak öte yandan insanoğlu aklını ve yüreğini ruhun teyitlerine açmaz ve nefsini maddi yöne, doğasının cisimsel boyutuna, yöneltirse o zaman bulunduğu yüksek mevkiden düşer ve daha alt seviyede olan hayvanlar âleminin sakinlerinden de aşağı bir seviyeye iner. Bu durumdaki insan acınası bir haldedir! Çünkü manevi nefsin, kapısı Ruhu’l-Kuds’ün nefesine açık olan, ruhani nitelikleri kullanılmazsa bunlar körelir, zayıflar ve nihayet yetersiz hale gelir.

Öte yandan manevi nefsin yalnızca maddi nitelikleri kullanılırsa bunlar had safhada güçlenir; o zaman da mutsuz ve yanlış yola sapmış olan insanoğlu, hayvandan daha vahşi, daha insafsız, daha alçak, daha zalim ve daha art niyetli olur. Arzuları ve tutkuları nefsinin alçak yönü tarafından güçlendirilirken giderek daha da gaddarlaşır; ta ki tüm varlığının yok olup giden hayvanlardan bile hiçbir üstünlüğünün olmadığı bir hale gelmesine dek. Böyle insanlar kötü, zarar verici ve mahvedici şeyler planlarlar; İlahi merhamet ruhundan bütünüyle yoksundurlar, çünkü manevi nefsin semavi niteliği maddi olanın güdümüne girmiştir. Buna karşın nefsin ruhani doğası maddi yönünü hâkimiyetine alacak derecede güçlendirilmişse o zaman insan, Kutsal olana yaklaşır; insaniyeti öylesine yücelir ki Melekût’un erdemleri onda tecelli eder; Allah’ın merhametini yansıtır, insanlığın ruhani gelişimine can katar; çünkü o artık insanların yolunu aydınlatan bir lambadır.

Manevi nefsin, beden ve ruh arasında nasıl bir vasıta olduğunu görüyorsunuz. Mesela şu ağaç da tohum ve meyve arasında bir vasıtadır. Ağacın noksansız olduğunu meyvesi oluşup olgunlaşınca anlarız; eğer ağaç meyve vermezse hiçbir amaca hizmet etmeksizin boş yere büyümüş olur! Manevi bir nefis, içinde kutsal ruhu yaşatıyorsa iyi meyve verir ve İlahi bir ağaç olur.

Manevi bir nefis, içinde kutsal ruhu yaşatıyorsa iyi meyve verir ve İlahi bir ağaç olur.
Bazı insanların hayatları sadece dünyevi şeylerle doludur; düşünceleri maddi yaklaşımlar ve alışıldık ilgi alanları ile öylesine kuşatılmıştır ki herhangi başka bir varlık âlemine, varlıkların ruhani önemine kördürler! Düşünüp hayal ettikleri şey dünyevi şöhrettir, maddi gelişimdir. Ufukları bedensel zevkler ve konforlu bir yaşam ortamıyla sınırlıdır; en büyük tutkuları dünyevi durum ve koşullarda başarılı olmaya odaklanmıştır! Basit dürtülerini dizginlemezler; yerler, içerler ve uyurlar! Tıpkı hayvanlar gibi bedensel rahatları ötesinde bir düşünceleri yoktur. Bu ihtiyaçların karşılanması gerektiği doğrudur. Hayat, dünyadayken taşımamız gereken bir yüktür; ancak hayatın daha alt seviyedeki ihtiyaçlarına dair kaygının, bir insanın tüm düşünce ve özlemlerini esir almasına izin verilmemelidir. Kalp, daha yüce bir hedefi arzulamalıdır; zihinsel faaliyet daha üst seviyelere çıkmalıdır! İnsanlar; ruhlarında semavi mükemmelliğin vizyonunu barındırmalı, Ruhu’l-Kuds’ün sonsuz inayeti için orada bir yer
hazırlamalıdır.

İnsan, tüm diğer yaratıklardan üstündür

Eski Ahit’te Allah’ın “Kendi suretimizde, kendimize benzer insan yaratalım.” buyurduğunu okumaktayız. İncil’de Hz. İsa “Ben Baba’dayım, Baba da bendedir.” demiştir. Hz. Muhammed Allah’ın şöyle buyurduğunu söylemiştir: “İnsan Benim sırrım ve Ben onun sırrıyım.” Hz. Bahaullah da Allah’ın “Yüreğin yurdumdur; onu gelip yerleşmem için arıt. Ruhun nazargâhımdır; onu görünmem için temizle.” buyurduğunu yazmaktadır.

İnsan tarafından anlaşılan şeyler, insanın anlayış kapasitesinin dışında olamaz. Bu yüzden insan kalbi için Tanrısal Gerçekliği idrak etmek imkânsızdır.
Tüm bu kutsal sözler, bize insanın Tanrı’nın suretinde yaratıldığını göstermektedir. Ancak, insan aklı Allah’ın Özünü idrak edemez; çünkü sınırlı anlayış, bu sınırsız Sırrı kavrayamaz. Allah her şeyi çevreler, O ise çevrelenemez. Çevreleyen çevrelenenden üstündür. Bütün, kendisini oluşturan parçalardan daha büyüktür. İnsan tarafından anlaşılan şeyler, insanın anlayış kapasitesinin dışında olamaz. Bu yüzden insan kalbi için Tanrısal Gerçekliği idrak etmek imkânsızdır. Hayal gücümüz sadece kendi yaratabileceği şeyleri tasvir edebilir.

İdrak gücü, yaratılış âleminin çeşitli kademelerinde farklı seviyelerdedir. Mineral, bitki ve hayvan âlemlerinin her biri kendilerinden ileride olan herhangi bir yaratılışı idrak etmekten acizdir. Mineral, bitkinin büyüme kuvvetini tasavvur edemez. Ağaç, ne hayvandaki hareket gücünü anlayabilir; ne de görme, işitme ve koku alma duyularına sahip olmanın ne anlama gelebileceğini kavrayabilir. Bunların hepsi fiziksel yaratılışa ait şeylerdir.

İnsan da bu yaratılışın bir parçasıdır; fakat insan aklında cereyan edenleri anlamak, daha alt seviyedeki âlemlerin hiçbirisi için mümkün değildir. Hayvan, bir insanın zekâsını kavrayamaz; sadece hayvani duyularıyla algıladıklarını bilir ve soyut olan hiçbir şeyi zihninde canlandıramaz. Bir hayvan, dünyanın yuvarlak olduğunu; güneşin etrafında döndüğünü ya da telgrafın yapısını öğrenemez. Bunlar sadece insan için mümkündür. İnsanoğlu yaratılışın en yüce eseri, tüm yaratıklar içinde Allah’a en yakın olanıdır.

Gün ışığının bütün dünyayı aydınlatması gibi, yüceler yücesi Tanrı’nın rahmeti de tüm yaratıkların üzerine saçılır. Güneş meyveleri nasıl olgunlaştırıyor ve tüm canlılara hayat ve ısı veriyorsa, Gerçeklik Güneşi de tüm ruhların üzerine parlar ve onları İlahi sevgi ve anlayış ateşi ile doldurur.

Bütün üst âlemler daha alt seviyedekiler için anlaşılmazdır; o halde yaratılmış olan insanın her şeyin yüceler yücesi Yaratıcısını anlaması nasıl mümkün olabilir! O halde tasavvur ettiğimiz şey Allah’ın Gerçeği değildir. Bilinemez ve Kavranılamaz olan Allah, insanın en yüksek kavrayışının bile çok çok ötesindedir. Tüm varlıklar Tanrısal İnayete bağımlıdır. Hayat veren şey doğrudan Tanrısal Merhamettir. Gün ışığının bütün dünyayı aydınlatması gibi, yüceler yücesi Tanrı’nın rahmeti de tüm yaratıkların üzerine saçılır. Güneş meyveleri nasıl olgunlaştırıyor ve tüm canlılara hayat ve ısı veriyorsa, Gerçeklik Güneşi de tüm ruhların üzerine parlar ve onları İlahi sevgi ve anlayış ateşi ile doldurur.

İnsanın yaratık dünyasının geri kalanından üstünlüğü, insanın ilahi ruhun meskeni olan bir ruha sahip olmasında da görülür. Daha alt seviyelerdeki varlıkların ruhları ise özleri itibarı ile daha düşük niteliktedir. Öyleyse şüphe yok ki yaratılmış bütün varlıklar içinde Tanrı’nın tabiatına en yakın olan, insandır ve bu yüzden Tanrısal İnayetten aldığı bağış daha fazladır.

Mineral âlemi, var olma gücüne sahiptir. Bitki, hem var olma hem büyüme gücüne sahiptir. Hayvan, var olma ve büyümeye ek olarak hareket etme ve duyuların yetisini kullanma kapasitesine sahiptir. İnsan âleminde ise daha alt seviyelerdeki âlemlerin tüm özellikleriyle beraber çok daha fazlasını bulabiliriz. İnsan, önceki tüm yaratılışı kapsadığı için hepsinin toplamıdır. Kendisine özel olarak bahşedilmiş olan akıl, insanın İlahi ışıktan daha fazla pay alabilmesini sağlar. Kâmil İnsan, Gerçeklik Güneşi’ni yansıtan ve Tanrı’nın sıfatlarını kendinde toplayan parlak bir aynadır.

İster bu maddî vücutta ister bu vücuttan ayrıldıktan sonra, insanın tekâmülü daima kemallerdedir, yoksa rütbede değil. Meselâ, varlıklar kâmil insanda son bulur; kâmil insandan daha yüksek bir varlık yoktur. Fakat insan rütbesine erişen varlık artık kemallerde ilerler, rütbede değil, çünkü kâmil insan rütbesinden daha yüksek bir rütbe yoktur ki insan ona ulaşsın. İnsanın ilerlemesi ancak insanlık mertebesi dahilindedir; çünkü insana ait kemallere sınır yoktur. Meselâ, bir insan, ne kadar alim olsa, ondan daha alimi tasavvur olunabilir. İnsana ait olan kemallere son olmadığına göre, bu dünyayı bıraktıktan sonra da kemallerde ilerleyebilmesi mümkündür.

İnsanın makamı ve ölümden sonraki ilerlemesi

Kâinata iç göz ile bakılınca, üç türlü varlıktan ibaret olduğunu görürüz. Cemad, nebat, hayvan. Üç cins vardır ve her cins nevilere ayrılır.

İnsan seçkin bir nevidir çünkü onda bütün cinslerin kemalleri mevcuttur; yani o hem cemad gibi cisim, hem nebat gibi büyüyücü, hem hayvan gibi duyucudur. Cemad, nebat ve hayvan kemallerine sahip olan insanda, diğer varlıklarda bulunmayan başka bir kemal vardır: Aklî kemaller. Şu halde, mevcutların en yücesi insandır.

İnsan, cisim âleminin sonuncu mertebesinde ve ruhani alemin birinci mertebesinde bulunmaktadır. O, noksanın sonu ve kemalin başlangıcıdır. O, karanlık mertebesinin sonunda ve aydınlık mertebesinin başındadır. Onun için, insan makamı gecenin sonu ve gündüzün başlangıcıdır, demişlerdir. Başka sözle, insan noksanlık mertebelerini kendinde toplayan ve kemal mertebelerine sahip olan bir varlıktır. Onun bir hayvanlık cephesi ve bir meleklik cephesi vardır.

İnsana Tanrı’nın en büyük ayeti denilmiştir; yani insan yaradılış kitabıdır, çünkü kâinatın bütün sırları insandadır.
Terbiyeden maksat, meleklik cephesinin hayvanlık cephesine galebesini sağlayacak bir eğitimdir. İnsanda kemalin kendisi demek olan Rahmanî kuvvetler noksanın kendisi demek olan şeytanî kuvvetleri yener ise, o zaman insan, varlıkların en yücesidir; yok eğer şeytanî kuvvetler Rahmanî kuvvetleri yener ise, o zaman insan varlıkların en aşağısı olur. Bunun içindir ki, noksanın sonu ve kemalin başlangıcıdır. Dünyada hiçbir nevi yoktur ki insan nevi arasında olduğu kadar ayrılık, başkalık, uymamazlık ve zıtlık arz etsin. Meselâ, Tanrı’nın nuru insana tecelli eylemiştir: Mesih gibi. Demek insanoğlu ne kadar aziz ve şerif imiş; öbür yandan, taşa toprağa ve ağaca tapmak da insandadır. Bakınız, o ne kadar alçaktır ki cansız taş ve toprağa, dağ ve orman ve ağaç gibi varlık kademelerinin en altında bulunan nesnelere tapıyor. En alçak varlıklar insanın mâbudu olsun: Bundan daha büyük bir zillet olur mu? Ve yine, âlim insanın sıfatı olduğu gibi cahil de onun sıfatıdır, doğruluk da insanın sıfatı, yalancılık da; emanet insanın sıfatı, hiyanet de; adalet de insanın sıfatı, zulüm de; ve saire ve saire. Sözün kısası, bütün kemâller ve faziletler insanın sıfatı olduğu gibi bütün rezaletler de onun sıfatı. Bunun içindir ki, insana Tanrı’nın en büyük ayeti denilmiştir; yani insan yaradılış kitabıdır, çünkü kâinatın bütün sırları insandadır. Şimdi, insan eğer gerçek mürebbinin eli altında terbiye görür ise, cevherler cevheri olur, nurlular nuru olur, ruhlar ruhu olur, melekûti ışıkların doğduğu yer olur, rabbanî ilhâmları aksedici olur; bilâkis böyle bir terbiyeden mahrum kalırsa, şeytanî sıfatlara mazhar olur, hayvanî rezaletlerin merkezi olur, zulmet kaynağını teşkil eder. İşte Nebilerin gönderilmesindeki hikmet budur. Maksat insanların terbiyesidir. Bu sayede taş kömürü elmas tanesi olur, meyvesiz ağaç aşı tutar ve güzel güzel meyveler verir. İnsan, insanlığın en yüce mertebesine erişince, kemallerde yükselmeye başlar. Bu ilerleme rütbede değil, kemaller mertebesindedir; çünkü mertebeler nihayet bulur, Tanrı kemalleri ise sonsuzdur.

İster bu maddî vücutta ister bu vücuttan ayrıldıktan sonra, insanın tekâmülü daima kemallerdedir, yoksa rütbede değil. Meselâ, varlıklar kâmil insanda son bulur; kâmil insandan daha yüksek bir varlık yoktur. Fakat insan rütbesine erişen varlık artık kemallerde ilerler, rütbede değil, çünkü kâmil insan rütbesinden daha yüksek bir rütbe yoktur ki insan ona ulaşsın. İnsanın ilerlemesi ancak insanlık mertebesi dahilindedir; çünkü insana ait kemallere sınır yoktur. Meselâ, bir insan, ne kadar alim olsa, ondan daha alimi tasavvur olunabilir. İnsana ait olan kemallere son olmadığına göre, bu dünyayı bıraktıktan sonra da kemallerde ilerleyebilmesi mümkündür.

Nebilerin gönderilmesindeki hikmet budur. Maksat insanların terbiyesidir. Bu sayede taş kömürü elmas tanesi olur, meyvesiz ağaç aşı tutar ve güzel güzel meyveler verir.

RK – Insan Ruhu

İNSAN RUHU

Ruhun doğası ve gelişimi

Anlayış sahibi bir zihin için insanın ruhunun fiziksel bedeninden çok farklı bir şey olduğu gayet açıktır.
Allah, Kendi keremiyle bize burada bir önsezi bahşetmiş; beden, manevi özümüz ve ruh arasındaki farklara dair belli kanıtlar vermiştir. Soğuğun, sıcağın, acının vs. sadece bedenle ilgili olup ruhu etkilemediğini görmekteyiz. Çok fakir, hasta, üstü başı perişan, hiçbir desteği olmayan ancak yine de ruhen güçlü bir insanla ne kadar da sık karşılaşırız. Bu kişinin bedeni ne kadar acı çekerse çeksin, ruhu özgür ve mutludur! Aynı şekilde zengin, fiziken güçlü ve sağlıklı, ancak ölümcül seviyede hasta bir ruha sahip bir insanı da ne kadar sık görmekteyiz. Anlayış sahibi bir zihin için insanın ruhunun fiziksel bedeninden çok farklı bir şey olduğu gayet açıktır.

İnsan ruhunun ilerlemesi ve gelişimi, neşesi ve kederi, fiziksel bedenden bağımsızdır.

Bütün bu şeyler insan ruhuna özgü olup bedensel hastalıklar değildir. Böylece ruhun da tıpkı beden gibi kendi benliği olduğu açıktır. Ancak, beden bir değişim yaşarsa ruhun bundan etkilenmesi şart değildir. Üzerine güneş vuran bir bardağı kırdığınızda kırılan şey bardak olur ama güneş parlamaya devam eder! İçinde kuş olan bir kafes zarar görürse kuşa zarar gelmez! Bir lamba kırılsa bile alev yine de parlak bir şekilde yanabilir! Aynı şey insan ruhu için de geçerlidir. Ölüm bedeni yok etse de ruhun üzerinde hiçbir gücü yoktur — ruh ezelidir, ebedidir, doğum ve ölümden arınmıştır.

İnsan ruhunun ölümden sonraki haline gelince; ruh, fiziki bedendeki yaşamı boyunca eriştiği saflık derecesinde kalmaya ve bedenden özgür kaldıktan sonra da Allah’ın merhamet okyanusuna dalmaya devam eder. Bedenden ayrılıp Semavi Alem’e ulaştığı andan itibaren ruhun evrimi ruhanidir: Bu evrim Tanrı’ya yaklaşmaktır.

Fiziksel yaratılışta evrim, bir yetkinlik aşamasından öbürüne geçiş şeklindedir. Mineralin kendine özgü yetkin özellikleri bitkiye geçer; bitkinin yetkin özellikleri hayvanlar âlemine geçer; o da aynı şekilde insana. Bu dünya, görünürde karşıtlıklarla doludur; bu âlemlerin her birinde (mineral, bitki ve hayvan) o âlemin seviyesinde bir hayat vardır. Ancak insan hayatıyla karşılaştırıldığında ölü gibi görünse de toprak da yaşar ve onun da kendine özgü bir hayatı vardır. Bu dünyadaki şeyler yaşarlar, ölürler ve başka yaşam biçimleri içinde tekrar yaşarlar; ancak ruh dünyası bundan oldukça farklıdır. İnsan ruhu, yasanın gereği olarak, bir aşamadan diğerine evrilmez —Allah’ın merhamet ve inayetiyle, yalnızca O’na yaklaşmayı sürdürür.

Ruhun evrimi Tanrı’ya yaklaşmaktır.

Ruh ve beden arasındaki ilişki

İnsan —yani gerçek insan— beden değil, ruhtur; insan fiziken hayvanlar âlemine ait olsa da ruhu onu diğer varlıkların üstüne çıkarır. Güneş ışığının madde dünyasını nasıl aydınlattığına bakınız; aynı şekilde İlahi Işık da ışınlarını ruh âlemine saçar. İnsanı semavi bir varlık yapan şey ruhudur!

Ruh, görünür işaretler ve işlerle ifade edilmediği sürece fiziksel bedenin maddi duyularıyla algılanamaz. İnsan vücudu görülebilir, ruh ise görülemez. Bununla birlikte bir insanın insanlığını sevk ve idare eden, yeteneklerine yön veren şey, onun ruhudur.

Manevi nefsin iki temel özelliği vardır:

(a) Dış olaylar; nasıl gözler, kulaklar ve beyin kullanılarak manevi nefse iletiliyorsa, aynı şekilde manevi nefis de kendi istek ve amaçlarını beyin vasıtasıyla fiziksel bedenin ellerine ve diline bildirerek bu şekilde kendini ifade eder. Manevi nefisteki ruh, yaşamın bizzat özüdür.

(b) Manevi nefsin ikinci işlerlik alanı rüya âlemidir: Ruhun yerleştiği yer olan bu manevi nefis, bu âlemde maddi bedenin duyularının yardımı olmaksızın ruhtan kaynaklanan güçlerle işlev görür. Orada, yani rüya âleminde, manevi nefis fiziksel gözün yardımı olmadan görür, fiziksel kulağın yardımı olmadan duyar ve fiziksel harekete bağımlı olmaksızın seyahat eder. Bu nedenle açıktır ki insanın manevi nefsi normal duyu organlarını kullanarak fiziksel beden vasıtasıyla işlev görebildiği gibi rüya âleminde de bunların yardımı olmadan yaşayıp hareket edebilir. Bu da insanın manevi nefsinin bedeninden ve ruhun maddeden üstün olduğunu hiçbir şüpheye yer bırakmaksızın kanıtlar.

Örneğin şu lambaya bakınız: İçindeki ışık, kendisini tutan lambadan üstün değil mi? Lambanın şekli ne kadar güzel olursa olsun eğer ışığı yoksa lambanın varoluş amacı yerine gelmemiş demektir; cansızdır — ölü bir şeydir. Lamba ışığa muhtaçken ışık lambaya muhtaç değildir. Ruhun bedene ihtiyacı yoktur; ancak beden ruha muhtaçtır ve o olmadan yaşayamaz. Manevi nefis bir beden olmaksızın yaşayabilir ama onsuz, beden ölür.

Eğer bir insan; görme ve duyma yeteneklerini, el ya da ayağını kaybederse manevi nefsi yine de bedendeki varlığını sürdürüp ilahi erdemleri yansıtmaya devam edecektir. Öte yandan eksiksiz bir bedenin ruh olmaksızın varlığı imkânsız olacaktır.

Lamba ışığa muhtaçken ışık lambaya muhtaç değildir. Ruhun bedene ihtiyacı yoktur; ancak beden ruha muhtaçtır ve o olmadan yaşayamaz. Manevi nefis bir beden olmaksızın yaşayabilir ama onsuz, beden ölür.

Ruhun Evrimi

Maddi olan her şey, belli bir seviyeye kadar gelişir ve sonra gerilemeye başlar.
Doğada tam durağanlık yoktur. Bütün şeyler ya gelişme kaydeder ya da kötüye gider. Her şey ya ileriye ya da geriye doğru hareket eder, hiçbir şey hareketsiz değildir. Bir insan, doğumundan itibaren olgunluk mertebesine ulaşana dek fiziken gelişir; sonra yaşamının en dinç evresine ulaşınca gerilemeye başlar, vücudunun güç ve kuvveti azalır ve adım adım ölüm saatine varır. Aynı şekilde bir bitki de tohumluktan olgunluğa ilerler, sonra yaşam gücünü kaybetmeye başlar; ta ki kuruyup ölene dek. Bir kuş da belli bir seviyeye yükselir ve uçarak ulaşabileceği en yüksek noktaya varınca yeryüzüne doğru inişe geçer. Dolayısıyla hareketin tüm varlıklar için esas olduğu açıktır. Maddi olan her şey, belli bir seviyeye kadar gelişir ve sonra gerilemeye başlar. Tüm madde dünyasını yöneten yasa budur.

Şimdi de insan ruhunu ele alalım. Hareketin varoluş için gerekli olduğunu görmüştük; canlı olan hiçbir şey hareketsiz değildir. Tüm varlıklar, ister mineraller olsun ister bitkiler ya da hayvanlar, hareket yasasına uymak zorundadırlar; ya yükselir ya da alçalırlar. Ancak insan ruhu için gerileme yoktur. Onun tek hareketi mükemmelliğe doğrudur; insan ruhunun hareketi yalnızca gelişme ve ilerlemeden ibarettir. İlahi mükemmellik sınırsız olduğu için insan ruhunun gelişimi de sınırsızdır. Ruh; insanın ta doğum anından itibaren gelişir, zekâ artar ve bilgi çoğalır. Vücut öldüğünde ruh yaşamaya devam eder. Farklı seviyelerde yaratılmış olan fiziki varlıkların tümünün bir sınırı vardır, ama ruh sınırsızdır!

İnsan ruhu için gerileme yoktur. Onun tek hareketi mükemmelliğe doğrudur; insan ruhunun hareketi yalnızca gelişme ve ilerlemeden ibarettir. İlahi mükemmellik sınırsız olduğu için insan ruhunun gelişimi de sınırsızdır.

Tüm dinlerde ruhun ölümden sonra da varlığını sürdürdüğüne inanılır. Rahmetli olanlar için şefaat istenir, ilerlemeleri ve günahlarının affedilmesi için dualar edilir. Eğer ruhun varlığı da vücut ile birlikte son bulsaydı tüm bunların bir anlamı olmazdı. Dahası ruhun vücuttan azade kaldıktan sonra mükemmelliğe doğru ilerlemesi mümkün olmasaydı tüm bu sevgi dolu duaların ona ne yararı olurdu?

Yaratılmış herhangi bir varlığın vücudunu ya da ölümlü bileşenini oluşturan atomların bu birleşmesi geçicidir. Bu atomları bir arada tutan çekim kuvveti kaybolduğunda vücut olduğu şekliyle varlığını sürdüremez.
Ruh âleminde geriye gidiş yoktur. Fâni dünya bir tezatlar, karşıtlıklar dünyasıdır; hareketin zorunluluğu nedeniyle her şey ya ileri ya da geri gitmek zorundadır. Ruh âleminde geriye gidiş mümkün değildir, tüm hareket mükemmeliyete doğru olmak durumundadır. “İlerleme”, ruhun madde dünyasındaki ifadesidir. İnsanın aklı, muhakeme gücü, bilgisi, bilimsel başarıları… Bunların hepsi ruhun tezahürleri olarak kaçınılmaz ruhani gelişim yasasında rol oynayan unsurlardır ve bu nedenle zorunlu olarak ölümsüzdürler. Tüm fiziki varoluş gelip geçicidir. Bu maddi bedenler atomlardan oluşur; atomlar dağılmaya başladığında çözülme başlar ve sonra da ölüm dediğimiz olay meydana gelir. Yaratılmış herhangi bir varlığın vücudunu ya da ölümlü bileşenini oluşturan atomların bu birleşmesi geçicidir. Bu atomları bir arada tutan çekim kuvveti kaybolduğunda vücut olduğu şekliyle varlığını sürdüremez.

Ruh için ise durum farklıdır. Ruh, elementlerin bir bileşimi değildir; pek çok atomdan oluşmaz. O, ayrıştırılamaz tek bir özden yapılmıştır ve bu nedenle ebedidir. Ruh, maddesel yaratılış düzeninin tamamen dışındadır; ölümsüzdür! Bilimsel felsefe göstermiştir ki basit bir element (burada “basit” bileşik olmayan anlamındadır) yok edilemezdir, ebedidir. Ruh da, elementlerin bir bileşimi olmamakla beraber, karakteri itibarı ile basit bir element gibidir ve bu nedenle varlığı son bulamaz.

Ayrışmaz tek bir özden oluşan ruh hiçbir surette yok oluşa tabi değildir; bu nedenle bir sonu olmasını gerektiren bir sebep de yoktur. Tüm yaşayan şeyler var olduklarına dair işaretler gösterir ve bundan da şu sonuç çıkar ki bu işaretler, dışa vurdukları ya da kanıtı oldukları şey var olmasaydı kendi başlarına var olamazlardı. Var olmayan bir şey, tabii ki, varlığına dair bir işaret veremez. Ruhun varlığına dair sayısız değişik işaretler her zaman karşımızdadır.

Ruh, elementlerin bir bileşimi değildir; pek çok atomdan oluşmaz. O, ayrıştırılamaz tek bir özden yapılmıştır ve bu nedenle ebedidir. Ruh, maddesel yaratılış düzeninin tamamen dışındadır; ölümsüzdür!

Materyalistler şöyle der: “Ruh nerededir? Nasıl bir şeydir? Onu ne görebiliyoruz ne de ona dokunabiliyoruz.” Onlara şöyle cevap vermeliyiz: Mineral, ne kadar gelişirse gelişsin, bitki âlemini idrak edemez; bu idrak noksanlığı bitkinin var olmadığını kanıtlamaz! Bitki, hangi seviyede evrim geçirirse geçirsin, hayvan âlemini anlama imkânından yoksundur; bu bilgisizlik hayvanların var olmadığının kanıtı değildir! Hayvan, asla o ölçüde bir gelişim göstermeyeceği için insan zekâsını tasavvur edemez ve insan ruhunun doğasını da anlayamaz. Ama bu da yine insanın zekâsının ya da ruhunun var olmadığını kanıtlamaz. Bu, yalnızca şunu gösterir ki bir varoluş biçimi, kendisinden daha üstün bir varoluş biçimini kavrama kapasitesinden yoksundur.

Şu çiçek, insan gibi bir varlığın bilincinde olmayabilir; ancak onun bu bilgisizliği insanlığın varlığına bir engel değildir. Aynı şekilde, materyalistler de ruhun varlığına inanmıyorlarsa bu inançsızlıkları ruhani âlem gibi bir dünyanın olmadığını ispatlamaz. Bizzat zekânın varlığı insanın ölümsüzlüğünün kanıtıdır; dahası, karanlık ışığın varlığını kanıtlar, çünkü ışık olmasaydı gölge de olmazdı. Fakirlik, zenginliğin varlığını kanıtlar, çünkü zenginlik olmasaydı fakirliği neye göre ölçecektik? Cehalet de bilginin kanıtıdır, çünkü bilgi olmasaydı cehalet nasıl var olabilirdi?

Bu nedenle ölümlü olma fikri de ölümsüzlüğün varlığını gerektirir —çünkü Ebedi Yaşam olmasaydı bu dünyadaki yaşamı ölçebilmenin bir yolu olmazdı! Eğer ruh ölümsüz olmasaydı Tanrı Mazharları o korkunç sınavlara nasıl tahammül edebilirlerdi? İsa Mesih neden çarmıhta dehşet verici bir ölüme maruz kaldı? Hz. Muhammed neden zulümlere katlandı? Hz. Bab neden o en büyük fedakârlığı yaptı ve Hz. Bahaullah neden ömrünü yıllarca hapiste geçirdi? Tüm bu acılar, ruhun ebediyen yaşayacağını kanıtlamak için değilse başka ne için yaşandı?

Tüm bu acılar, ruhun ebediyen yaşayacağını kanıtlamak için değilse başka ne için yaşandı?

Materyalist aklın Ebedi Yaşam fikrini kavrayamıyor olması, bu tür bir yaşamın var olmadığının bir kanıtı değildir. Ruhani algı kazanmadıkça öbür âlemi anlayamayız!

RK – Akil

AKIL

Akıl gücü, ister ona kadim diyelim ister sonradan yaratılma, her organın sonsuz düzen içerisinde kendi görevini yerine getirmesi için, insan vücudunun tüm organlarının işlerini yönetir. Eğer akıl gücünde bir eksiklik varsa, tüm organlar kendi esas görevini yapmaktan alıkonulur, insan vücudunda ve organların işleyişlerinde noksanlık meydana gelerek bir sonuç sağlanmaz.

Akıl, Allah’ın insanlara en büyük armağanıdır.

Allah’ın insana en büyük armağanı akıl ya da anlayıştır. Anlayış, insanın onun vasıtasıyla görünür ve görünmez çeşitli varlık âlemlerine ve varoluşun türlü aşamalarına dair bilgiye ulaştığı güçtür. Bu armağana sahip olan insan, kendinden daha alt seviyedeki tüm varlık âlemlerinin toplamıdır; o âlemlerle temas kurma imkânını bu sayede bulur; yine bu armağan sayesinde bilimsel bilgisi kanalıyla sık sık geleceği öngören bir bakış da kazanır. Allah’ın inayet eliyle insanoğluna bahşedilen en değerli armağan, gerçekten de akıldır. Yaratılmış tüm varlıklar arasında bu harikulade güce sahip olan yalnızca insandır.

Anlayış, insanın onun vasıtasıyla görünür ve görünmez çeşitli varlık âlemlerine ve varoluşun türlü aşamalarına dair bilgiye ulaştığı güçtür.

İnsandan önceki tüm yaratılış, doğanın kesin yasaları ile sınırlandırılmıştır. O büyük güneş, yıldız toplulukları, okyanuslar ve denizler, dağlar, nehirler, ağaçlar ve büyük küçük tüm hayvanlar; hiçbirisi doğanın yasasına itaat etmekten kaçamaz. Özgür olan ve anlayışı ve aklıyla bu doğa yasalarının bazılarını kontrolü altına alarak kendi ihtiyaçlarını gidermek için kullanabilen, yalnızca insandır. İnsan, akıl gücü ile sadece büyük kıtaları katettiği hızlı trenler ve devasa okyanusları aştığı gemiler değil, suyun derinliklerinde balıklar gibi seyahat ettiği denizaltılar ve kuşları taklit ederek gökyüzünde uçabildiği hava araçları gibi çeşitli taşıtlar da icat etmiştir. İnsanoğlu, elektriği de birkaç şekilde kullanmayı başarmıştır — aydınlatma için, itici güç olarak, dünyanın bir ucundan diğerine haber göndermek için— ve elektrik aracılığıyla kilometrelerce uzaktaki bir sesi bile duyabilir! İnsan, bu anlayış ya da akıl yetisi ile güneş ışınlarını kullanarak başka insanların ve şeylerin fotoğrafını çekebilmiş ve hatta uzaklardaki gök cisimlerinin şeklini de tespit edebilmiştir.

Tanrı, bu gücü insana medeniyet ilerlesin; insanlığın iyiliği için kullanılsın; sevgiyi, uyumu ve barışı artırsın diye verdi.
İnsanın, doğanın güçlerini ne kadar çok yöntemle kendi isteğine göre şekillendirebildiğini görmekteyiz. İnsanoğlunun bu Tanrı vergisi armağanı, O’nun “Öldürmeyeceksin” buyruğuna karşı gelmek ve Hz. İsa’nın “Birbirinizi sevin” talimatını çiğnemek için savaş araç gereçleri yapmakta kullandığını görmek ne kadar üzücüdür. Tanrı, bu gücü insana medeniyet ilerlesin; insanlığın iyiliği için kullanılsın; sevgiyi, uyumu ve barışı artırsın diye verdi. Ancak insan bu armağanı, yapmak yerine yıkmak; adaletsizlik ve zulüm, nefret, ihtilaf ve yıkım için; Hz. İsa’nın insanın kendini sevdiği gibi sevmesi gerektiğini emrettiği hemcinslerini yok etmek için kullanmayı tercih ediyor!

Ümit ederim ki sizler kendi anlayışınızı, insanlığın birlik ve huzurunu desteklemek, halklara aydınlanma ve medeniyet götürmek, çevrenizdeki herkeste sevginin görünmesini sağlamak ve evrensel barışı gerçekleştirmek için kullanırsınız.

Bilim dallarını öğreniniz; daha ve daha fazla bilgi sahibi olunuz. Şu kesindir ki insan, hayatının sonuna kadar öğrenmeye devam edebilir! Bilginizi her zaman diğer insanların yararı için kullanınız; böylece savaş bu güzel dünyanın yüzünden silinsin ve göz kamaştırıcı bir barış ve uyum bina edilsin.

Aklın işareti derin düşünmedir

Tefekkür esnasında kendi ruhunuzla konuşuyor olduğunuz apaçık bir gerçektir.
Hz. Bahaullah, var olan her şeyde (Allah’tan) bir işaret olduğunu söyler; aklın işareti derin düşünme, derin düşüncenin işareti de sessizliktir; çünkü bir insanın aynı anda iki şey yapması mümkün değildir — hem konuşup hem tefekkür edemez. Tefekkür esnasında kendi ruhunuzla konuşuyor olduğunuz apaçık bir gerçektir. Bu zihinsel haldeyken ruhunuza bazı sorular sorarsınız ve ruh da cevaplar: Bir anda ışık çakar ve gerçek açığa çıkar. Bu tefekkür yeteneğinden yoksun bir varlığı “insan” olarak isimlendiremezsiniz; bu yetenek yoksa o yalnızca bir hayvandır, yırtıcılardan daha aşağıdır.

İnsan ebedi yaşama tefekkür yeteneği ile kavuşur; Ruhu’l- Kuds’ün nefesini onun vasıtasıyla alır — Kutsal Ruh’un inayeti derin düşünce ve tefekkür esnasında elde edilir. İnsan ruhu tefekkür esnasında bizzat bilgi alıp güçlenir; hakkında hiçbir şey bilmediği konular bu sayede gözlerinin önüne serilir. İnsan, İlahi ilhama da semavi gıdaya da yine bununla mazhar olur.

Tefekkür, sırların kapılarını açan anahtardır. İnsan, o haldeyken kendisini soyutlar ve dışındaki her şeyden uzaklaştırır; yine o öznel ruh halindeyken ruhani hayat okyanusuna dalar ve nesnelerin içindeki bilinmezlikler ona ayan olur. Bunu şöyle hayal edebilirsiniz: İnsana iki tür görüş yetisi bahşedilmiş olduğunu düşününüz; içgörü gücü kullanılır iken dış görüş gücü kapanır.

Tefekkür kabiliyeti manevi ışıkla yıkanıp ilahi niteliklerle vasıflandırılırsa işte o zaman sonuç alınır.

Bu tefekkür yeteneği insanı hayvani doğadan kurtarır, nesnelerin gerçekliklerinin fark edilmesini ve Tanrı ile temas kurulmasını mümkün kılar. Bu yetenek, görünmez âlemden bilim ve sanat dallarını ortaya çıkarır. İcatlar tefekkür yeteneğiyle mümkün olmuş, muazzam işler başarılmıştır; onun vasıtasıyla yönetim işleri de rahatça görülür. İnsanoğlu Tanrı Melekûtuna bizzat bu yetenek kanalıyla girer. Bununla birlikte bazı fikirler yararsızdır; bunlar, denizde boş yere hareket eden dalgalara benzer. Ancak tefekkür kabiliyeti manevi ışıkla yıkanıp ilahi niteliklerle vasıflandırılırsa işte o zaman sonuç alınır.

Tefekkür yeteneği aynaya çok benzer; eğer aynanın önüne bir nesne koyarsanız ayna onu yansıtacaktır. Bu nedenle insan ruhu dünyevi konularla meşgul olursa onu bu tür şeyler şekillendirir. Ama ruhlarınızın aynasını ilahi âleme çevirirseniz ilahi yıldızlar ve Gerçeklik Güneşi’nin ışıkları kalplerinizde yansıyacak ve Melekûti erdemler elde edilecektir. Bu yüzden bu kabiliyeti doğru kullanalım; onu dünyevi şeylere değil semavi Güneş’e yönlendirelim. Bizler hakikaten de semavi gerçekleri yansıtan aynalar haline gelebilir, ilahi yıldızları yansıtacak kadar saflaşabiliriz.

RK – Ibadet ve Hizmet

İBADET VE HİZMET

Tanrısal Öğretiler gereğince, bilimleri öğrenmek ve sanatları ilerletmek ibadet sayılır.
Mektubun ulaştı, Tanrı'ya övgüler olsun ki, senin sağlık ile sıhhatinin müjdesini ileterek ziraat okuluna girmeye hazırlandığın haberini getirdi. Bu çok uygundur. Gücün yettiği ölçüde ziraat fenninde sonsuz maharet kazanmaya çalış, çünkü Tanrısal Öğretiler gereğince, bilimleri öğrenmek ve sanatları ilerletmek ibadet sayılır. Eğer bir kişi tüm gayretiyle bir bilimi öğrenmek ya da bir sanatı ilerletmek için çabalarsa, sanki mabetler ile kiliselerde Tanrı'ya ibadet etmektedir. O halde sen ziraat okuluna girerek büyük bir çabayla bilimleri öğrenince, gerçekten gece gündüz ibadetle uğraşmış olacaksın, bu ibadet ise Ulu Tanrı Eşiğinde makbuldür. Bilimin bir ibadet ve sanatın Tanrı Melekût'una bir hizmet sayılmasından daha büyük bir bağış ne olabilir?

Ey Hakk'ın kulu! Bu her şeyi kapsayan devirde, insanoğlunun hayret uyandırıcı sanatları Parlayan Cemâl'e bir ibadet olarak sayılmıştır. Bakınız, sanatın bir ibadet oluşu ne büyük bir Tanrı bağışı ve inayetidir. Geçmiş zamanlarda, sanatın bir gaflet, bir afet olduğu ve Tanrı'ya yaklaşılmasını önlediği sanılırdı. Şimdi ise bakınız O'nun en büyük rahmeti ve en ulu cömertliği nasıl azap dolu Cehennemi sevinç dolu Cennete ve karanlık dikenliğini aydınlık güllüğüne çevirtti. Sanatçılar, her anda yüz bin şükranlarını Kutsallık Eşiğe sunarken kendi sanat kolunda da son derece gayret ve dikkat göstermelidirler, ki böylece, onların sanat eserleri sonsuz bir güzellik ve zarafetle tüm dünya halkının gözleri önünde sergilenebilsin.

Bilimin bir ibadet ve sanatın Tanrı Melekût’una bir hizmet sayılmasından daha büyük bir bağış ne olabilir?

RK – Ozgur Irade ve Kader

ÖZGÜR İRADE VE KADER

Kaza ve Kader

Kaza, kader ve iradeden sormuştun. Kaza ve kader, şeylerin gerçeklerinden doğan zorunlu ilişkilerden ibarettir. Bu ilişkiler yaradılışın gücüyle varlıkların gerçeklerinde yerleştirilmiştir ve her olay bu zorunlu ilişkilerin gereklerindendir. Örneğin; Tanrı, Yer ile Güneş arasında bir ilişki yaratmıştır ki buna göre Güneş ısı ile ışın versin ve Yer ise ürün yetiştirsin. Bu ilişkiler kaderdir ve bu ilişkilerin varlık alanında açığa çıkmaları kazadır. İrade ise bu olaylar ve ilişkileri kendi egemenliği altında bulunduran bir fail kuvvetten ibarettir. Bu kaza ve kaderin kısa bir açıklamasıdır.

İnsan her yaptığı şeyden sorumlu mudur?

İnsan isterse Tanrı’yı anmakla meşgul olur, isterse O’ndan başkasını düşünmekle vakit geçirir.
Öyle şeyler var ki, insanın isteğine bırakılmıştır. Adalet, insaf, zulüm, kötülük ve daha kısa bir ifade ile, iyi ameller ve kötü fiiller bu cümledendir. Böyle işlerde insan iradesinin büyük rolü bulunduğu apaçık görülür. Fakat öyle şeyler de var ki insan bunlara doğuşta bağımlı ve mecburdur. Uyku, ölüm, hastalık, zafiyet, zarar ve ziyan gibi şeyler bu cümledendir. Bu şeyler insanın iradesine bağlı değildir ve bundan dolayı bunlardan sorumlu değildir; çünkü bu şeylere mecburdur. Fakat insanoğlu iyi veya kötü amel ve fiillerde kendi seçimine bırakılmıştır, bunları kendi isteğiyle işler. Meselâ, insan isterse Tanrı’yı anmakla meşgul olur, isterse O’ndan başkasını düşünmekle vakit geçirir. Olabilir ki gönlünde Tanrı sevgisi ateşi yandırsın, olabilir ki bütün insanları seven bir kimse olsun veya olabilir ki insanoğullarına düşman kesilsin, dünya sevgisiyle dolsun; mümkündür ki âdil olsun veya zalim olsun. Bu ameller ve fiiller insanın kendi elindedir ve bunlardan dolayı sorumludur.

Ama ortada başka bir mesele var: İnsanoğlu sırf aczdir, sırf yoksulluktur. Kuvvet ve kudret Yaratıcı Hazretlerine mahsustur. Yükseklik ve alçaklık Kibriya Cenablarının istek ve iradesine bağlıdır. İncil'de yazılı olduğu gibi: “Tanrı, çömlekçi gibi, kıymetli bir kadeh yapar, kıymetsiz bir kap vücuda getirir. Hakir ibriğin: ‘Beni niçin elden ele dolaşacak değerli bir bardak yapmadın?'’ diye çömlekçiye itirazda bulunmaya hakkı yoktur.” Bu ibareden maksat, insanlar arasında makam başkalığı bulunduğudur. Varlığın en alt basamağında bulunan cansızın kalkıp ‘Rabbim: Bana niçin nebat kemalâtı ihsan buyurmadın?'’ diye itirazda bulunmaya hakkı yoktur. Aynı şekilde, nebatın: ‘Rabbim: Beni niçin hayvan âleminin kemalâtından mahrum buyurdun?’ diye itirazda bulunmaya hakkı yoktur. Aynı şekilde, insanla ilgili kemalâtın kendisinde bulunmadığından ötürü sızlanmak hayvana yaraşmaz. İşin doğrusu, her şey kendi rütbesinde mükemmel olup o rütbe içerisinde olgunlaşmaya çalışmalıdır. Alt rütbede bulunanın üstte bulunana mahsus makam ve kemalâta hak ve selâhiyeti yoktur, kendi bulunduğu rütbe içerisinde gelişmesi gerektir.

İnsanın bütün yürüyüşleri ve duruşları hep Tanrı’nın yardımıyladır. İyiyi veya kötüyü seçmek insanın kendi elindedir.

Başka bir nokta daha var: İnsanın hareket ve durgunluğu, yüce Tanrı’nın desteğine bağlıdır. İnsan, Tanrı yardımı olmazsa, iyilik yapmaya da ve kötülük yapmaya da muktedir değildir. Fakat Kerem Sahibi Yüce Tanrı'dan insanın varoluşuna yardım eriştiği zaman, hem iyilik hem kötülük yapmaya gücü yeter; ancak yardım kesilince tamamiyle âciz kalır. İşte mukaddes kitaplarda Tanrı destek ve yardımından bahsolunmasının hikmeti budur. Bu münasebetle gemi temsili iyi bir örnek teşkil eder. Gemiyi yürüten rüzgâr veya buhar kuvvetidir. Bu kuvvet kesilecek olur ise, gemi yerinden kımıldanamaz olur. Bununla beraber, buhar kuvveti gemiyi gemidekilerin dümeni çevirdiği cihete götürür; gemidekiler doğuya gitmek isterlerse doğuya, batıya gitmek isterlerse batıya gider. Bu gidiş, geminin kendisinden değil, rüzgâr veya buhardandır. Onun gibi de insanın bütün yürüyüşleri ve duruşları hep Tanrı'nın yardımıyladır. İyiyi veya kötüyü seçmek insanın kendi elindedir.